Karanlık Oda - Hakan Bıçakcı

Roman, İletişim Yayınları

176 s, 2010

Karanlık Oda / Özet

Roman karakteri İstanbul’da yalnız yaşayan bir fotoğrafçıdır. Bir gün omzunda bir çürük gözüne çarpar. Mosmor bir iz… İzler çoğalmaya ve tüm bedenine yayılmaya başlayınca doktora gider ve bunların kendi diş izleri olduğunu öğrenir. Karşımızda kendini yiyip bitiren ve düşüncelerinin okunduğundan şüphelenen takıntılı bir sanatçı var.

Roman, İstanbul’da tek başına yaşayan genç bir adamın bir gece belediye otobüsünde uyuyakalmasıyla başlar. Son durakta şoför tarafından uyandırılır. Tuhaf, her şeyiyle kendine yabancı bir mahallede… O gece mecburen orada kalır. Düzenli hayatına döndüğündeyse hiçbir şey eskisi gibi devam etmez.

Çünkü ertesi gün omzunda bir ize rastlar. Bir morluk… Ve bu izler çoğalmaya başlar. Tüm vücuduna yayılır. İzlerin tek sorumlusunun kendisi olduğunu öğrenince hayatı kâbusa döner. Geçmişiyle, yaşamakta olduğu an bir takım ortak ayrıntılarla ve kişilerle beslenerek birbirine karışmaya başlar. Düşüncelerinin okunmakta olduğuna dair saplantılarla ve ilk “kişisel” sergisi için konu bulamama sıkıntısıyla varlığı delik deşik bir hal alır.

Roman kahramanı önemli bir fotoğraf sanatçısı olma hayaliyle yaşamaktadır. Ancak kahredici bir alışveriş merkezindeki küçük stüdyosunda vesikalık fotoğraf çekerek geçmektedir günleri. Ara sıra da önemsiz karma sergilere birkaç fotoğrafıyla katılır. Bir tür paralel hayat gibi okuduğumuz geçmişindeyse, hayali İstanbul’da bir fotoğraf stüdyosu açmak olan ancak köhne bir otelin balo salonunda düğün fotoğrafçılığı yapan daha genç bir adam vardır. Otelin “personel” odasına tıkılmış gençliği hep orada kalmaktan, oradan kurtulmuş olan haliyse yaşadığı hayatın içinden çıkamamaktan korkar.

Bir insanın hayatını okumaktan çok arzu ettiği, yaşamakta olduğu ve kaçındığı hayatları zihninde birbirine karıştıran bir adamın kimlik bunalımına ve paranoyalarına tanık oluruz. “Karanlık Oda” hem üretmenin mekânı hem de üretememe korkusunun metaforu olarak roman kahramanın etrafını yavaş yavaş sarar.

Çoğalmaya devam eden izlerin sırrını çözmek için her şeyin orada başladığını düşündüğü mahalleye gitmeye karar verir. Nasıl gidileceğini biliyordur. Aynı otobüse binip uyuyakalarak…

  1. Selfie Dedektifi
  2. Bana Bayan Deme
  3. Jüri Özel Uykusu

Karanlık Oda / Alıntılar

Sf. 11 (Giriş)

Uyuyakalmışım. Omzuma batan parmakların düzenli aralıklarla beynime sıçrattığı kanla kendime geldim. Soğuk bir karanlık… Rahatsız bir koltuk… Ağrıyan bir bel… Tutulmuş bir boyun… Kupkuru bir ağız… Sızlayan bir elmacık kemiği… Boğucu bir hava… Telaşla birleşerek içine uyandırıldığım uyduruk an’ı oluşturuverdi. Parçalar yanlış noktalardan bağlanmıştı. Hatalı kaynayan kemikler gibi… Yanağımı camın soğuk yüzeyinden yırtarcasına ayırdım. İçimin titremesine engel olmak için tişörtümü pantolonumun içine tıkıştırıp hırkamın fermuarını hızla çektim. Fermuarın sesi iki kulağımın arasından minyatür bir yarış otomobili gibi geçti. Tepemde dikilen karaltı hareketlendiğimi görünce dürtmeyi kesti.

“Arkadaş son durağa geldik. Aracı park yerine çekeceğim artık buradan.”

Parmak uçlarının hissi sağ omzumda, camın soğuğu sol yanağımdaydı hâlâ. Yüzüne bakmadan ayağa kalktım. Göz ucuyla koyu mavi gömleğinin bir kısmını görmüştüm sadece. Bürokrasi mavisi… Her yerim tutulmuştu. Özellikle boynum… Sırt çantamı bulamayınca bir an için korkudan kaskatı kesildim. Sonra ayağımın dibinde iki büklüm durduğunu fark edince rahatladım. Tek sapından yakaladığım gibi omzuma geçirdim. Gözlerim yaşararak uzun uzun esnedim. Otobüste olduğuma uyanmıştım ama otobüsün nerede olduğunu bilmiyordum. Yine de inmiş olmam gereken duraktan fazlasıyla uzaklaşmış olduğumu hissediyordum. Çalar saati duymayıp mesai başlangıcından saatler sonra uyanmış bir memur gibi… Kahredici bir dinlenmişlik hissi…

Dışarısı simsiyahtı. Otomatik adımlarla önüne gittiğim orta kapı sımsıkı kapalıydı. Sağa sola yalpalayarak terk edilmiş otobüsün içinde ilerliyordum. Mezar taşları gibi dizilmiş boş koltuklar uykulu gözlerimin önünde sıra sıra uzanıyordu. Yolculuğun sonu… Son durak… “Arkadaş son durağa geldik.” Şoförün karanlık varlığını sırtımda hissediyordum. Bir mezarlık bekçisi, mavi gömlekli bir Azrail, konuşabilen dev bir karga gibi uğursuz sessizliğinin içine gömülmüş, boş koltukların havasızlığıyla baş başa bırakılmayı bekliyordu. Soluk bile almıyordu sanki. İçimde yükselen arkama bakma isteğini bastıran tedirgin adımlarla ilerleyip kendimi ön kapıdan dışarı attım.

Karanlık koridorun içinden tanımsız bir karanlığa çıktım. Otobüs, sımsıkı tutulmuş bir nefes gibi bekliyordu. Hareketsiz… Gergin… Sessiz… Derme çatma otobüs durağında ışık yoktu. Hiçbir yerinde herhangi bir semt ismi yazılı değildi. Durağın, az önce içime doğan uzaklık hissini doğrulayan ilkelliğine bakarak şehrin epey dışına çıkmış olduğumu hafif bir panik eşliğinde ürpererek anladım. Merkezdeki ışıklı, reklam alanlı, haritalı, oturma bölümlü, boyalı, üzerinde semt isimleri belirtilen, birörnek, şık duraklardan yirmi yıl gerideydi karşımdaki baraka. Beni yirmi yıl önceki bir şimdiki zamana bırakan boş otobüs sarsılarak çalıştı, daha da eski bir zamana doğru ağır ağır uzaklaştı. Farkında olmadan tutmuş olduğum nefesimi bıraktım.

Işıksız, çirkin, kimsesiz bir meydandaydım. Bulunduğum yerle aramdaki tek bağlantı olan otobüsün uzaklaşan ışıklarını ürpererek seyrettim. Hırkamın fermuarını boğazıma kadar çektim. Sağ bileğimi sımsıkı tutan plastik Casio’nun düğmesine bastım. Mavi-yeşil aydınlanan kadrandaki korkunç saate baktım. Etrafta kimsenin olmaması hem rahatlatıcı hem de rahatsız ediciydi. Sol yanağımda otobüs camının sert soğukluğu sızlamaya devam ediyordu. Kemiklerim birbirine geçmiş gibiydi. Açlıktan midem ağrıyordu. Gözlerim yanıyordu. Sırtımda tuhaf bir ağrı vardı. Ensem kaskatıydı. Tutulan boynumu bir tur çevirdim. Sıcak yatağıma uzanıp uyuma ihtiyacıyla dolarak ağırlaştım. Yatağımla aramdaki belirsiz, karanlık ve ürkütücü mesafe tüm dehşetiyle içimde yankılandı.

Bir yerde karnımı doyurup eve dönmeliydim. Sağa sola yatmış paslı tabelalara baktım. Yazılar bilmediğim bir dilde gibiydi. Birbirine karışan zifiri karanlık yollar… Evin ne yönde kaldığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Çevrede ne taksi vardı, ne de taksi geçme ihtimali… Hiçbir şey kımıldamıyordu. Anlamsız bir fotoğrafa bakar gibi etrafı seyrettim bir süre. Otobüs gitmişti. Bildiğim dünyayla aramda kalan son bağlantı bu duraktı. Ne yöne adım atacağımı bilemiyordum. İlerde birkaç sokak girişi görünüyordu. Aynı genişlikte… En aydınlık olanı denemeye karar verdim. Karar veren bir insandan çok, içgüdülerine uyan bir hayvan gibi adımlarımı hızlandırdım. Sokağın girişinin iki yanındaki duvarın her yeri karalamalarla doluydu. Harfleri birbirinin içine geçmiş bir sürü duvar yazısı… Karmakarışık… Cümleler, kelimeler, rakamlar, harfler, noktalama işaretleri… Alt alta, üst üste, dip dibe…

Spor ayakkabılarım hiç ses çıkarmadan ilerliyordu. “Şu anda burada değilim sanki” diye düşündüm. “Biri burada olduğumu hayal ediyor sadece. Yüzünü göremediğim biri…” Kendime onun gözleriyle arkadan bakıyor gibiydim. Gittikçe uzaklaşan, uzaklaştıkça küçülen, küçüldükçe silikleşen bir sırt… Harflerden örülü duvara doğru… Hızla dönüp geriye bakmak istedim. Cesaret edemedim. Yürümeye devam ettim. Karanlığa karışmış yazıların arasına gömülerek yavaş yavaş gözden kayboldum.

Sf. 129

Gece burnumda zonklayan kadın parfümü kokularıyla uykuya dalarkan kavgadan görüntüler geldi gözümün önüne. Burnun kırılma anı… Beyaz gömleğe dökülen kan… Parfümeri, kavga edilecek en acayip dükkândı belki de. Daha iyisi nerede olurdu diye düşünmeye başladım. Alışveriş merkezinin koridorlarını gözümün önünden geçirirken buldum kendimi. Paşabahçe mağazasının mutfak bölümü… Aniden iki grup birbirine girer. Kısa bir süre sonra en havalı biçimlerde teşhir edilen, en keskin paslanmaz bıçaklar katılır işe. Sapında fiyat etiketi sallanan bıçaklar kavgacıların karnında, kolunda, sırtında asılı kalır. Şişler, balık bıçakları, meyve bıçakları, tirbuşonlar, elektrikli ekmek kesme bıçakları ortalığı kan gölüne çevirir. Hayatlarındaki en büyük olay sigara içenleri veya fotoğraf çekenleri uyarmak olan güvenlik görevlileri şaşkınlıktan olaya müdahale bile edemezler. Evet, Paşabahçe’nin çatal bıçak reyonu parfümeriden daha iyi bir savaş alanı. Alışveriş merkezinin güvenliği için içeri kesici alet sokmak yasak. Küçücük bir çakı bile olsa güvenlik girişte derhal el koyar. Ama içerisi envai çeşit bıçak, çakı, testere, matkap doludur. Matkap deyince aklıma geldi: Koçtaş ta iyi ortamdı aslında. Matkapların, elektrikli testerelerin, ağaç kesme aletlerinin orası. Bu sefer kana ek olarak çeşitli uzuvlar da havada uçuşur çünkü. Matkaplar kafataslarını delerken baltalar tornavida tutan kolları yerlere dökerdi. Kapalı devre müzik sisteminin romantik balatları eşliğinde… Uykuya dalmak üzereyken daha da iyi bir mekân buldum. Pet Shop. Uykulu gözlerimin önüne birbirlerinin kafasını pirana havuzuna sokanlar, birbirlerine tarantula fırlatanlar, yılan savuranlar geldi. Fonda da kapalı devre müzik sisteminden Pet Shop Boys…