Silinmiş Sahneler, İletişim Yayınları
roman, 2022
Silinmiş Sahneler / Özet
Arka kapak yazısı:
“Gırç, gırç, gırç. Uykuma karışan dikenli gıcırtılarla kaskatı bir halde uyanıyorum. Salıncaktaki arkası dönük çocuk. Sesler salondan geliyor. Gırç, gırç, gırç. Yatakta büzüşüp kalıyorum. Kalkıp bakarsam, onu salonun ortasında sallanırken bulacağımı düşünüyorum. İçeride olmasına rağmen saçları uçuşarak.”
“Gırç, gırç, gırç. Bu düşünce beni dehşete düşürüyor. Tuhaflıklara evde rastlamak yeni bir aşama olur çünkü. Eve kaçmak işe yaramaz o zaman. İlk şoku atlattıktan sonra, en azından aynı odada değiliz diye rahatlıyorum.
Gidip bakmazsam endişelenecek bir şey yok. Başka odada olması, başka evde, başka şehirde, başka ülkede olmasından farksız. Sonuçta görüş alanımda değil. Ritmi düzenli gıcırtıları ninni gibi dinleyerek yeniden uykuya
dalabilirim.”
Sinemacı olma hayaliyle yola çıkıp, kendini sansürcü olarak bulan bir kurgu operatörü. Çalıştığı kanaldaki görevi “sakıncalı” görüntüleri kesmek, mozaiklemek, silmek. Monitörde akan sahnelere müdahale ederken, hayatının kontrolünü kaybetmeye başlar. Kurgu karışır. Beklenmedik anlarda, dehşet verici manzaralar çıkar karşısına. Olmaması gereken sahneler. Mesleğinin yan etkisi olduğundan şüphelendiği bu görüntülere “tuhaflıklar” adını verir. Sinir uzmanına görünüp ilaçlı kafayla başı önünde gezinmek veya yakınlarına anlatıp onları endişelendirmek istemez. Niyeti kendi kendine çözmektir. Donup kalır. Görmezden gelir. Üstüne gider.
Hakan Bıçakcı’dan Silinmiş Sahneler. Bugün burada yaşamanın, sürekli haberdar olmanın, her şeyi görmenin, hiçbir şey yapmamanın yorgunluğu.
Silinmiş Sahneler / Eleştiriler
Hikâyede Büyük Boşluklar Var / Söyleşiler
Ceyhan Usanmaz / Açık Radyo / 17 Mart 2022
Hakan Bıçakcı evreninde yeni bir durak
“Silinmiş Sahneler” romanı, Hakan Bıçakcı evreninde yeni bir durak. Bir taraftan, okuduğumuz her kitabıyla daha iyi kavradığımızı düşündüğümüz ama bir taraftan da aslında her kitapla genişlediğini unutmamamız gereken bir evren bu. Daha da dikkat edilmesi gereken yönü ise, barındırdığı kara delikler…
Deneyimlediğimiz kent yaşamından, içinde bulunduğumuz çağın çeşitli “bombardımanlarından” bildiğimiz, en azından sezdiğimiz bazı sorunları “dert” edinmiş ve her romanıyla (zaman zaman da öyküleriyle) bu dertleri biraz daha deşen Hakan Bıçakcı, karakterlerini her şeyin birbirine karıştığı, tekinsizleştiği, tuhaflaştığı kara deliklere yönlendirmekten çekinmiyor; buradaki asıl “başarı” da, biz okurların da her defasında oraya ister istemez sürüklenmesi. Bıçakcı’nın daha önceki kitaplarında örneğin hafıza oyunlarıyla, uyku sersemliğiyle, bir apartman boşluğundaki ya da rüyalardaki başka hayatlarla sürüklendiğimiz kara delikle, yeni romanda da kaçınılmaz olarak karşı karşıya kalıyoruz.
Silinmiş Sahneler‘de –bu sefer– eşlik ettiğimiz kahramanımız, yönetmen olma hayaliyle yola çıkıp, kendisini özel bir kanalda “sakıncalı” görüntülere müdahale ederken bulan bir kurgu operatörü; diğer bir deyişle bir sansürcü. İşinde “başarılı” ama yaşadıklarının kurgusu giderek karışıyor, hayatının kontrolünü kaybetmeye başlıyor. Beklenmedik anlarda, dehşet verici manzaralar çıkıyor karşısına. Gün geçtikçe çeşitlenip çoğalan bu olmaması gereken sahneler, gerçekten de yalnızca mesleğinin bir yan etkisi olabilir mi?
“Sokak bomboş. Kedi bile yok. Kapalı kırtasiye. Camında fosforlu harfler. Yazdan kalma, soluk dondurmacı şemsiyesi. Terk edilmiş gibi görünen emlakçı. Yeşil floresanlı kasap vitrini. Dana olduğunu tahmin ettiğim hayvanın koca gövdesi metal kancaya asılmış. Dört bacağı da kökünden kesilmiş. Kafası uçmuş. Derisi soyulmuş. Mora çalan pembe bedeniyse bütünlüğünü koruyor. Gözüm karanlık sokağın ortasındaki bu başsız büyükbaş hayvana takılıyor. Floresanın yeşili sanki koyulaşıyor. Adımlarım ağırlaşıyor. Ve o anda, hiç beklemediğim o anda, saniyeler içinde olup bitiyor her şey. Et hareketleniyor. Can çekişir gibi, kurtulup kaçmak ister gibi kıvranıyor asılı olduğu yerde. Öyle belli belirsiz seğirtmeler değil, bir o yana bir bu yana kırılıyor bedeni. Göz yanılması olamayacak kadar büyük bir gösteri. Boğuk gümbürtülerle vitrin camına çarpıyor. Midemde benzer bir kıpırdanma. Boynumda ani bir kasılma. Omuriliğimde buz gibi bir titreme. Ağzımda sıcak kan tadı. Panik halinde yanağımı ısırdığımdan. Çırpınan et yavaş yavaş duruluyor, duruluyor ve kıpırtısız kalıyor. Tamamen sabit. Her an tekrar debelenmeye başlayacak gibi.”
Hakan Bıçakcı, Silinmiş Sahneler’de biz okurların, romanın kahramanına benzer şekilde girdaba kapılmasını kolaylaştıracak bir unsuru da ayrıca eklemeyi ihmal etmemiş! Lineer bir anlatım yok romanda. Bölümler, tuhaf bir şekilde montajlanmış gibi. Romanın içeriğiyle de örtüşen bu anlatım tercihi, bana Kafka Müzesi deneyimini hatırlattı. Takip edilecek açık seçik bir rota olmadan, koyu renk duvarların ve loş ışıkların arasında, açık dosya dolapları ve aniden çalıp susan telefonlar eşliğinde, merdivenlerin karşısına tökezletecek bir açıyla yerleştirilmiş aynalarıyla kelimenin tam anlamıyla baş döndürücü bir müze gezisiydi benim için. Zekice tasarlanmış Kafkaesk bir atmosfer. İçeriğinden bağımsız olarak da sersemletebilen bir yapı örneği olarak, pekâlâ Silinmiş Sahnelerromanını da gösterebiliriz bu anlamda.
Büşra Uyar / Edebiyat Haber / 8 Temmuz 2022
Sansürcü Sinemacı, Güvenilmez Kâhin: Silinmiş Sahneler
“Rüya sahnelerine orta yerden dalın…
Hakan Bıçakcı’ya göre “Yazmanın 7 Kuralı”ndan biriyle, bir rüyaya dalar gibi dalalım bu yazıya. Zira yirmi yıllık yazar hayatı ve on beş romanlık külliyatıyla Bıçakçı, zaten ne yapıp ne edip her şeye böyle başlamamıza vesile oluyor.
2019 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan Normal Nefes Almaya Devam Edin ile Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görülen yazarın son romanı 2017 yılında yayımlanan Uyku Sersemi idi. Geçtiğimiz ay okurla buluşan Silinmiş Sahneler ise Bıçakcı’nın ne kadar olgun, özgün ve tekinsiz bir kaleme sahip olduğunun göstergesi.
Silinmiş Sahneler mavi noktayla temsil edilen, sansürcü bir kurgu operatörünün hikâyesi. Sinemacı olma hayaliyle yola çıkmış olsa da şimdi burada ve silinecek pek çok sahne var: Silahlar, kanlar, içkiler, çıplak bedenler, sevişmeler, aşı yaparken kadraja giren şırıngalar, birazı çıplak heykeller, şarap kadehinde kolalar, rakı kadehinde sek mi su mu olduğu çözülemeyen sıvılar… Kafanız karışıyor, değil mi? İsmini bilmediğimiz çaresiz sansürcümüz de bu kafa karışıklığıyla yaşıyor. Çaresiz, çünkü o da çoğumuz gibi hayaller & hayatlar aksının acı veren absürt tarafında kalmış ve para uğruna bu işle “ellerini kirletmiş”. Ancak onun zihninin karışıklığı bir tür istila gibi işliyor: Tekinsiz, tuhaf ve anlık bir istila.
Keyfi ve ikiyüzlü sansürün tüm kesip attıkları ya da buzlandırdıkları, kurgu operatörünün hayatında asla hayattan kopmayan, epikleşmeyen ya da doğrudan vahşeti çağırmayan anlarla karşılık buluyor sanki: Bir içki bardağı sansürlense birileri birbirine dakikalarca, senkron bir şekilde el sallıyor; sevgi ya da tutku dolu bir çıplaklık hızlıca ileri sarılsa bir aynayı taşıyan aynı kişiler yavaş yavaş geçip gidiyor göz önünden; ya da birileri “Super-Natural Market”te tek renk alışverişine büyük özen gösteriyor.
Roman boyunca kurgu operatörünün bu tuhaflıklar karşısında donup kalmasına, görmezden gelmesine ve son olarak onların üstüne gitmesine şahit oluyoruz. Bu özelliğiyle Silinmiş Sahneler, bir bakıma Hakan Bıçakcı külliyatına hâkim olanların kolayca adapte olabileceği bir roman: Orta yaşlarında edebiyatla, müzikle ya da sinemayla ilgilenen ve tekinsiz rüyaların içinde boğulup giden erkekler, nispeten “güvenli” normal gerçeğe dönebilmek için biçare tutunulan kadınlar, giderek yükselen ve nihayet devasa bir cümbüşle insanın boğazını sıkmaya başlayan kaos ve bu kaosun üzerine yürüme hali…
Ancak Silinmiş Sahneler, Bıçakcı külliyatında nispeten biraz daha özgür hareket edebilen bir yapıya sahip. Kurgu operatörünü gitmesi gereken etkinliklerde, buluşmalarda görürken yeni bölümde oraya henüz gitmekte olduğunu görüyoruz. Ve bu tuhaf, sıçramalı kesmeye (jump cut) öykünen anlatım tercihi karakteri kendi hayatının kâhini yaparken aynı zamanda onu kendi hikâyesinin güvenilmez, “beceriksiz” anlatıcısı haline de getiriyor.
İletişim Yayınları’ndan çıkan Silinmiş Sahneler, sanatın ve hayatın keyfi şekilde kesip biçildiği, ve en nihayetinde çığırından çıktığı tuhaf bir çaresizlik hali. Baş karakterle çok güçlü bir empati kurabileceğimiz siyasi atmosferde, tam orta yerinden daldığımız bir rüya gibi.
…çünkü rüyanın sonunu hatırlarız ama başını hatırlayamayız. Yani rüyanın dramatik anlamda bir finali vardır ama girişi yoktur.”
Ömer Türkeş / 25.02.2022 Hürriyet KitapSanat
Görmezden gelmek, kaçmaktır…
Günümüz İstanbul’undayız. İsmini roman boyunca öğrenemeyeceğimiz anlatıcı 35 yaşında. İşi filmlerden, dizilerden seks, hatta öpüşme, içki, sigara sahnelerini sansürlemek. Üniversitede sinema-TV bölümünde okurken böyle bir işte çalışacağı aklının ucundan bile geçmiyormuş elbette. Bu bölümü bitiren her genç gibi yönetmen olmakmış hayali; yönetmen olamasa bile sinemaya geçmek, kendisini geliştirdiği kurgu ve montaj alanında çalışmak…
Sonuçta sinemaya geçmiş ama yaratıcı olarak değil, sansürcü olarak: “Çok sevdiğim film dünyasına tek katkım sakıncalı sahneleri çıkarmaktı. Özel bir televizyon kanalı için çalışıyordum. Dört yıl süren işsizlikten sonra bu teklifi aldığımda bağırsaklarım düğümlenmiş, mideme ağrılar girmişti.”
Önce sadece kendisine söylenenleri uygulayan bir elemanken terfi etmiş, nelerin kesileceğine bizzat kendisi karar vermeye başlamış ve tuhaflıklar bu terfi ile birlikte ortaya çıkmış. Okuduğumuz işte bu tuhaflıkların hikâyesi…
Şimdi film şeridini biraz geriye, anlatıcıyla ilk karşılaştığımız ana geri saralım. Teyzesinin yeni evini bulmak için sokaklarda dolaşan anlatıcının gördüklerinden şaşkına düşmüşlüğünün nedeni, sözünü ettiğim tuhaflıklardan kaynaklanıyor. Zira kurgu esnasında kesip attığı görüntülerle gerçek hayatın görüntüleri birbirine karışıyor. Bilinci, gerçeklik algısı da tuhaflaşmış anlatıcının. Gözüne takılan hayat karelerinin sadece kendisinin tanık olduğu bir tuhaflık mı yoksa başkalarının da gördüğü davranışlar mı olduğundan emin değil. Emin olduğu tek şey sürdürdüğü hayattan hoşnutsuzluğu.
Oysa dışarıdan bakıldığında hiç de kötü görünmüyor hayatı. İşi, geçinmesine yeterli geliri, birlikte yaşadığı bir kedisi, sıklıkla bir araya geldiği bir ailesi, birlikte eğlendiği arkadaşları ve yeni bir ilişkisi var. Yetmiyor hiçbirisi. Olayların akışını etkilemeden onlarla birlikte sürüklenen, kendisini gerçekleştirememiş bir insan olduğunun farkındalığı huzursuz ediyor kahramanımızı. Artık bir karar almasının zamanı gelmiştir. Acaba başarabilecek midir?
TEKİNSİZLİĞİN KAYNAĞI, HAYATIN KENDİSİ
Tam 20 yıl olmuş Bıçakcı’nın ilk romanı yayımlanalı. Okumuş, beğenmiş ve genç bir yazarın çıkışını müjdeleyen roman hakkında bir şeyler de yazmıştım. O tarihten bu yana yakından izlediğim Bıçakcı umutları boşa çıkarmadı ve kuşağının önemli temsilcilerinden bir haline geldi.
Bugüne dek -severek okuduğum, yazılarımda dikkat çektiğim- yedi romanı yayımlandı. Romanların eleştirilebilecek yanı, -‘Doğa Tarihi’ dışında- hepsinde benzer bir insan tipinin ve benzer temaların ele alınmasıydı. Şöyle özetleyebilirim; hayatın olağan akışı içinde sürüp giden hikâyelerinde (genç, erkek, müzik ya da sanatla ilgilenen) kahramanlarının algıları, sezgileri, kâbusları ya da rüyaları yoluyla okuyucuyu tekinsiz bir atmosfere sokar Bıçakcı. Tekinsizliğin asıl kaynağı hayatın kendisidir, tekdüzeliği, saçmalığı, böyle bir hayata sıkışan bireyin manasını yitirmesi, kendisini hayata dışarıdan bakan bir yabancı gibi hissetmesi…
‘Silinmiş Sahneler’deki anlatıcı da tipik bir Bıçakcı karakteri. Ancak -her ne kadar önceki temaları da barındırsa bile- ‘Silinmiş Sahneler’ gerek anlatımıyla gerek hedefini vuran kapitalizm ve toplum eleştirisiyle gerekse de bireyin bunaltısını derinleştirebilmesiyle çok daha olgun bir roman. Hakan Bıçakcı’nın yazarlık kariyerinde yeni bir döneme girdiğini, daha da olgunlaştığını gösteriyor.
‘DALGINLIĞIN SOSYOLOJİSİ’
Takıntılarla başlayalım: Bıçakcı, anlatıcının çevresinden gizlemeye çalıştığı takıntıları ve söz konusu takıntılar nedeniyle çektiği sıkıntıları küçük ayrıntılarla yakalıyor. Neler mi yaratıyor takıntıları? Aile ziyaretleri, düğün törenleri, kitapçılarda yan yana duran kitapların alakasızlığı, bireysel gelişim kitapları, kişiliksiz binalar, eğri büğrü sokaklar, çocuk çığlıkları, TV kanallarındaki ipe sapa gelmez programlar, dilin kullanılışındaki -mesela ‘yaşanan ölümler’ tarzı deyişlerdeki- tutarsızlık, cep telefonlarına gelen reklam aramaları… İtiraf etmek gerekirse pek çoğumuzun mustarip olduğu dış dünya uyaranları. Rahatsızlıklarını paylaşamadığı için kendisini yalnız hissedecektir:
“Sana göre olana dışarıda yer yoktur. Bir kafeye, mağazaya, dükkâna girdiğinde seni asla bayıldığın bir şarkı karşılamaz. Reklam panolarında hiçbir zaman merak ettiğin bir albümün veya filmin duyurusunu göremezsin. Çıktığın deliğe dönmen gerekir. Hoşlandığın şeyleri havasız odalarda izler, kulaklık takıp gizli gizli dinlersin ancak. İlgilendiğin dünyanın haberlerini gazeteler, dergiler yazmaz. (…) Bu da seni yavaş yavaş vitrinlerden, raflardan, spotlardan, piyasadan, insanlardan soyutlar. Cemiyet dışı mahluk yapar.”
Böyle bir ruh halinin diğer tetikleyicisi iş yaşantısının, kendi deyişiyle “estetik, politik, ahlaki ve diğer birçok açıdan tiksindirici işlerle geçinmek zorunda kalmasının” ve büyük şehrin insani bir hayat sürdürmeyi imkânsızlaştıran kaotik yapısıdır.
Eklemek gerekiyor; Bıçakcı’nın romanlarında en beğendiğim özelliklerden biri insan-mekân ilişkisini, metropollerin boğuntusunu başarılı bir biçimde tasvir etmesidir ki ‘Silinmiş Sahneler’de söz konusu tasvirleri daha da güçlü. Başka insanların, eşyaların, seslerin, kokuların, renklerin, yağmurun, çamurun anlatıcının ruhunda yarattığı etkileri, anlatıcının bilincinin katmanlarında dolaşarak sergilemiş Bıçakcı. Kimi zaman alaycı, kimi zaman öfkeli, kimi zaman yorgun ve bıkkın düşmüş bu ruh haline zengin bir dille nüfuz ediyor. Anlatıcının ruh halindeki karmaşıklığa uygun bir kurguyla yazılmış hikâye. Hızlı zaman kaymaları biraz şaşırtabilir ama bilincin nasıl işlediğini, gerçekliğin yavaş yavaş yitirilişini çok iyi ortaya çıkaran bir kurgu. Bilinç yarılmasını sergilemekte cinselliğin kullanıldığı sahneye bilhassa dikkat etmenizi öneriyorum.
Düştüğü bu durumdan kurtulmak için başını öte tarafa çevirmeyi dener kahramanımız. Kanını donduran görüntüleri silmek için rahatsız edici dış dünya uyaranlarını görmezden gelmelidir. İşte burada Moretti’nin ‘Modern Epik’ incelemesindeki ‘Dalgınlığın Sosyolojisi’ başlıklı değerlendirmesini hatırlayabiliriz. James Joce’un ‘Ulysses’ romanının kahramanı Bloom da dalgınlıkla maluldür. Moretti’ye göre metropol dünyasında yeni bir sanat öğrenmektedir Bloom: Görmeyi ve görmemeyi. “Her şeyi fark eder, ancak hiçbir şeye yoğunlaşmaz: bir bakış ve sonra, tekrar yoluna devam eder. Metropolde bu böyledir: büyük kentte yoğunlaşmış büyük dünyanın baskısından kaçmanın yolu.”
Söz konusu dalgınlık hali -sadece telefonlarıyla ve sosyal medyayla ilişki kurabilen- modern bireyin evrensel bir sorunu olarak dikiliyor karşımıza. Dış dünyanın pek çok sahnesi siliniyor gözlerden. Sansürün bir metafor olduğunu anlamışsınızdır. Artık yaşlıları, çocukları, göçmenleri, yoksulları, acı çekenleri, bunlara yol açan nedenleri ve şahısları görmezden gelen insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz.
Görmezden gelmenin kaçmak olduğunu hatırlatıyor ‘Silinmiş Sahneler’. Hakan Bıçakcı’nın yirminci yazarlık yaşına yakışan güzel bir roman.
Litera Edebiyat / İlke Kamar / Mart 2022
Hayaller ve Gerçekler: Silinmiş Sahneler
İlke Kamar, Hakan Bıçakcı’nın yönetmenlik yapmak isterken kendini sansürcü olarak bulan bir kurgu operatörünün hayatını ele aldığı romanı Silinmiş Sahneler üzerine yazdı: “Hakan Bıçakcı son romanında kayıtsızlığımızın en büyük tuhaflık olabileceğini hatırlatıyor bize.”
“Çok sevdiğim film dünyasına tek katkım sakıncalı sahneleri çıkarmaktı. Özel bir televizyon kanalı için çalışıyordum. Dört yıl süren işsizlikten sonra bu teklifi aldığımda bağırsaklarım düğümlenmiş, mideme ağrılar girmişti.” Hakan Bıçakcı yeni romanı Silinmiş Sahneler’de, yönetmenlik yapmak isterken kendini sansürcü olarak bulan bir kurgu operatörünün hayatına götürüyor bizi.
Roman, adını bilmediğimiz anlatıcının işiyle yaşadığı uyumsuzluğa odaklanırken bununla sınırlı kalmaz. Anlatıcı yaşadığı şehirden, kültürel ritüellerden teknolojiye varana dek nereye temas etse derin bir yabancılaşma hisseder. Kahramanın yaşantıları, anıları, hayalleri, ruhsal çelişkileri sorgulayıcı bir yaklaşımla toplumsal yozlaşmaya dikkat çeker. İstanbul’da geçen hikâyede anlatıcı karakter, otuz beş yaşında, erkek bir kurgu operatörü. Yönetmen olma hayali ile sinema eğitimi alsa da kısa sürede hayallerini törpüleyerek ‘piyasalaşmış bu hayatta’ isteğinden vazgeçmek zorunda kalır. Bir taraftan para karşılığında öğrencilerin ödevlerini yaparken diğer taraftan özel bir televizyon kanalında çalışır. Rekabetçi, acımasız şirket ortamı karakteri zorlu durumlarla karşı karşıya bırakır. İşi kanalın yayınlayacağı sinema filmlerindeki ‘sakıncalı sahneleri’ kesmek, mozaiklemek, silmektir. Asıl zor olan, onu çıkmaza sokan da budur.
Gözetlenmeme kaygısı
Seks, öpüşme, içki, sigara sahnelerinin yanı sıra çıplak bir heykeli bile sansürlemesi istenmektedir. Yönetmenlik yapacakken bu görevi sürdürmesi hiç kolay olmaz. Öyle ki bir süre sonra sansürleme işini yaparken hayatının kontrolünü̈ kaybetmeye başlar. Dahası roman ilerledikçe kendi hayatında da ‘silinmesi gereken sahnelerle’ yüzleşir. Romanda, geçekle yanılsamanın birbirine geçtiği anlarda gündelik yaşamın çelişkileri, manasızlığı daha bir belirginleşir. Anlatıcının gündelik hayatta neyin kurgu neyin gerçek olduğunu kaybettiği anlar, ruhsal basıncın dışavurumu gibidir Silinmiş Sahneler ’de. Mesleğinin yan etkisi olduğundan şüphelendiği bu görüntülere anlatıcı “tuhaflıklar” adını verir. Kurgu yaparken kesip attığı görüntülerle gerçek hayatın görüntülerinin karışması kaybolan bir karakterin her geçen gün bocalamasına neden olur. Nesiller arası uzlaşmazlıkların da sorguladığı romanda güçlü betimlemeler, mekanlar, sokaklar, metropollerin boğucu etkilerini de görmek mümkün. Aile ziyaretleri, düğün törenleri, bireysel gelişim kitapları, televizyon kanallarındaki programlar ve sosyal medya hayatın bir sirke dönüştürüldüğünü düşündürür ona: “Sayın George Orwell, dünya öyle bir hale geldi ki, torunlarınızın en büyük korkusu öngördüğünüz gibi sürekli gözetim altında olmak değil. Yaptıklarının, paylaştıklarının, ceplerinde taşıdıkları kameralarıyla kesintisiz olarak çektikleri hallerinin görülmemesi. Yani gözetlenmiyor olmak. Saygılar.”
Tüketim ideolojisine itiraz
Her ne kadar mutsuzluğunun temelinde para kazanma amacıyla yaptığı zorunlu işler görünse de tam da öyle değildir. Daha derin, onu çepeçevre saran, hayatın tuhaf gerçekliği içten içe tükenmesine neden olur. Kasapta kancada asılı duran etler, belediye ek hizmet binasına benzeyen üniversiteler, kuyumcuya benzeyen kebapçılar, kırmızı led ile yazılan tavuk döner yazısına varana dek her şeyin satılmak için kurgulanması gibi detaylar karakterin çevresiyle yaşadığı çelişkileri ortaya koyar. Bu uyumsuzluklar her mekânda anlatıcıyı selamlar adeta:
“İskeleye yakın bir kafeye geçip oturuyorum. İçerisi yazar, şair, müzisyen, sanatçı posterleri ve aksesuarlarıyla dolu. Popüler edebiyat dergilerinin hediyesi olan bir sürü ıvır zıvır. Bir tür fetiş haline getirilerek içi boşaltılan önemli isimler her tarafta. Tam karşımda Frida Kahlo, ‘inanın ülkenizde neden bu kadar popüler olduğum hakkında benim de en ufak bir fikrim yok,’ der gibi bakıyor tatlı bir gülümsemeyle. Hemen yanında Sait Faik Abasıyanık. Yazdığı iki satırı okumadan, duvarlara suret asarak külliyatını yutmuş olma illüzyonu.”
Anlatıcıya hiçbir yerde rahat vermeyen durumlar, deneyimler ve çelişkiler kapitalizmin yarattığı toplumun kısırlığından kaynaklanır. Ve bu durum onu yalnızlaştırır. Kafası hep dağınıktır. Roman boyunca anlatıcının bir konuya odaklanmadığını, sürekli yeni detaylar yarattığını görürüz. Adeta kendi yaşamının da anlam katacak bir kurguya ihtiyacı vardır. Ama kendi de yaptıklarıyla okuyucuya güven vermez. Her şey bir tarafa roman ilerledikçe kendisinin de her şeyi sansürlediğini fark ederiz. Söylemek istediğini söylemez, merak ettiklerimizi de istediği kadar anlatan bir karakterle karşı karşıya kalırız. Ona göre geldiği noktanın nedeni piyasalaşmış bir hayatın kendi gibi başka türlü yaşamak isteyen insanları görmemesidir: “Sana göre olana dışarıda yer yoktur. Bir kafeye, mağazaya, dükkâna girdiğinde seni asla bayıldığın bir şarkı karşılamaz. Reklam panolarında hiçbir zaman merak ettiğin bir albümün veya filmin duyurusunu göremezsin. Çıktığın deliğe dönmen gerekir. Hoşlandığın şeyleri havasız odalarda izler, kulaklık takıp gizli gizli dinlersin ancak. İlgilendiğin dünyanın haberlerini gazeteler, dergiler yazmaz. (…) Bu da seni yavaş yavaş vitrinlerden, raflardan, spotlardan, piyasadan, insanlardan soyutlar. Cemiyet dışı mahlûk yapar.”
Hepimizin silinmiş sahneleri vardır hayatta fakat ne kadar silsek de bunların geri dönüşü olmaz mı? Silinmiş Hayatlar’ın anlatıcısı için bu sorunun cevabı evet. Onun da hayatında silmek istediği birçok sahne var. Ama silmek, sahnelerin daha güçlü dönüşünü de tetikler ve ‘tuhaflıklar’ başlar. Hakan Bıçakcı son romanında kayıtsızlığımızın en büyük tuhaflık olabileceğini hatırlatıyor bize. Bunu yaparken büyük şehrin içi boş mekanlarının insan ruhunu nasıl çıkmaza soktuğunu göze sokmadan, olağan bir şekilde anlatmayı başarıyor. Anlatıcının kaotik ruh hali romanın kurgusunu belirlese de anlaşılması güç bir kurgu değil. Karaktere teslim olmuş bir kurgu adeta. İstediği zaman istediği konuyu anlatmaya başlayan, bazen ana konuya dönem, bazen de “ana konu var mı ki” dedirten bir anlatı. Tam da şimdi yaşanan birçok hayatın özeti gibi.
Parşömen Fanzin / Nagihan Kahraman / 9 Mayıs 2022
“Silinmiş Sahneler”in Yan Etkileri
Yıllar önce Uyku Sersemi ile tanışmıştım Hakan Bıçakcı’yla. İlk kitabı değil ama benim için ilk olmuştu o. Bende bıraktığı sersemlemenin ardından diğer kitaplarını da okudum hemen. Hakan Bıçakcı insanda tam anlamıyla bir baş dönmesi hissi yaratıyor. Vapurda gibi, deniz tutmuş gibi… Gerçekle gerçek dışı arasında kalan o boşlukta zemin ayağınızın altından kayıyor sanki. Geçtiğimiz günlerde de yeni romanıyla buluştuk yazarın. Silinmiş Sahneler İletişim Yayınları aracılığıyla raflarda yerini aldı. Hakan Bıçakcı, bu kitabında da önceki eserlerinden bildiğimiz gibi, ele aldığı konu ve bunu işleyiş tarzı üslûbunu yansıtıyor. Hatta daha da yetkinleşmiş olduğunu kanıtlamış bu kitapta bana kalırsa.
Sansür hayatımızın parçası hâline geldi artık. Bir sevişme sahnesi ya da gay sözcüğü korkutuyor nedense. Şarap kadehi, rakı bardağı, birbirine değen dudaklar… Uygunsuz bulunarak bu kısımlar videodan atılıyor ya da buzlanarak gösteriliyor. Bıçakcı da bu silinen sahneleri odağına almış kitabında. Bu sahneleri keserek filmin/dizinin “ahlâkbozan” kısımlarını atan ve böylece onu “izlenebilir” hâle getiren bir kurgu operatörü romanın ana karakteri. İsmi geçmiyor eser boyunca. Karakterin isminin de bir nevî silinmiş olması ironik bir detay. Otuz beş yaşında bir erkek olduğunu biliyoruz. Montaj dışında ek iş olarak nadiren yaptığı kurgular umut kaynağı; yönetmen olma hayalleri zaten çoktan yitip gitmiş. Etik sebeplerle yapmak istemediği bu işi kabul etmek zorunda kalmıştır. Çünkü işsizlik insanı böyle şeylere mecbur bırakır. O yapmasa bile bu işi başka birileri zaten yapıyor, yapmaya da devam edecektir. İlk zamanlar nereleri keseceği kendine birileri tarafından söylenen bir çalışandır zaten. O da “Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım,” der ve devam eder. Kesilecek görüntülere kendisinin karar vereceği o terfi günü gelene kadar… Bu terfi romandaki birkaç kırılma noktasından biri. Karakterin “tuhaflıklar” dediği olaylar tam da bu andan sonra başlıyor. Kasap vitrinlerindeki ölü bedenlerin canlanması, market sepetlerindeki tek renk ürünler, hastanedeki ceset arabaları… Bunlar tipik Hakan Bıçakcı ögeleri; o yüzden okurlarına yabancı gelmeyecektir. Karakterin gördüğü bu tuhaflıklar bir noktadan sonra dayanılmaz hâle gelir fakat kimseye anlatamaz. Burada otosansürden bahsetmek yerinde olacak. Çünkü bu görüntüleri önceleri yok sayar. Zamanla bunlardan kaçmanın çeşitli yollarını bulur. Garipliğin kendinde olduğunu düşündüğünden de bunların adına “tuhaflıklar” der. Bir noktadan sonra gördüklerine de sansür uygulamaya başlar bir çıkış yolu olarak. Sarhoşken rakı bardakları buzlanmış hâldedir gözünde mesela ya da şehirdeki sis doğal bir sansürdür. Elbette bunların bir yerden patlak vermesi şaşırtmaz bizi. Ancak üzerindeki bu baskıdan kurtulması artık şarttır. Böylelikle romandaki diğer bir kırılma noktası, terfiye karşı istifa çıkar karşımıza. “Sildiği sahnelerin intikamı” olan bu tuhaf olaylardan istifasıyla birlikte kurtulacağını, böylece iyileşeceğini umar. Fakat sansür hayatın bu kadar içindeyken “iyileşmek” mümkün müdür?
Romanda mekanlar da neredeyse sansür meselesi kadar önemli yer tutuyor. Mahallelerin/semtlerin devamlı kötüleşmesi, “yeninin eskiyi yemesi” ve insanların bunca yozlaşmaya korkutucu bir hızla uyum sağlaması da karakteri en az sansürlediği sahneler kadar rahatsız ediyor. İstanbul’un bu yeni hâlini yadırgamayanları anlayamıyor. Bir dolmuş güzergâhından bile şehir panoraması çıkıyor karşımıza:
“Dolmuş sabırsız bir manevrayla ara sokaklara dalıyor. Trafiği atlatma amacıyla daha önce hiç görmediğim yerlerde dolanıyoruz. Kentsel dönüşümün henüz musallat olmadığı bir mahalle.” (s. 41-42)
Devam ediyor dolmuş:
“Kebapçıların doluştuğu muhite giriyoruz sonunda. Otobüs terminali büyüklüğünde lokantalar yan yana. Lokantaların bulunduğu binaların tepelerindeki reklam alanlarında ışıkları yanıp sönen pideler. Uzay mekiği modelleri gibi. Ne işimiz var bizim burada?” (s. 43)
Şehrin değişen/yozlaşan hâli Bıçakcı’nın genel izleklerinden biri. Yüksek yüksek binalar, inşaat gürültüleri, büyük reklam panoları diğer eserlerinden aşina olduğumuz detaylar. Şehir değişiyor çünkü toplum değişiyor. İçinde bulunduğu topluma yabancılaşan bir karakter çiziyor yazar bu sebeple. Görünür olma meselesi de önemli bir yer teşkil ediyor romanda. Gösterilmeyen/sansürlenen şeyler arttıkça popülerleşen görünür olma isteği de çığ gibi büyüyor. Bu yolla Orwell’ın Big Brother‘ına da bir selam veriyor Bıçakcı. Artık mesele gizlice izleniyor olmak değil, kendimizi izletmek, göstermek diyor.
“Orwell’ın 1984‘ü. Kapaktaki tek göz camın arkasından bana bakıyordu. Sayın George Orwell, dünya öyle bir hâle geldi ki, torunlarınızın en büyük korkusu öngördüğünüz gibi sürekli gözetim altında olmak değil. Yaptıklarının, paylaştıklarının, ceplerinde taşıdıkları kameralarıyla kesintisiz olarak çektikleri hallerinin görülmemesi. Yani gözetlenmiyor olmak. Saygılar.” (s. 127)
Bu vesileyle, Hakan Bıçakcı’nın gözetlenme isteği ile ilgili kitap önerisinde de bulunduğu, kendisinin hazırladığı ve moderatörlüğünü yaptığı İstanbul Turu adlı podcast serisine değinmek isterim. Romanı okurken eş zamanlı olarak her fırsatta bu programı da dinledim ve inanılmaz ufuk açıcı buldum. Ayrıca MUBİ’de gösterimde olan, yine sansürün merkezde olduğu Kaygı filmi de önerimdir. Ceylan Özgün Özçelik’in 2017 yapımı bu filmi için film gösterim sayfasında şu yorumu görüyoruz: “Ceylan Özgün Özçelik, güçlü atmosferiyle dikkat çeken çıkış filminde, kurgulanmış haberlerin ve manipülasyonların yeni norm haline geldiği distopik bir Türkiye resmi çizerken, günümüzün endişelerinin kaynağını yakın geçmişin kâbuslarında arıyor.” Böylelikle tekrar belirtmeliyim ki Hakan Bıçakcı’nın diline aşina olanların çok seveceği bir kitap Silinmiş Sahneler. Yazarın diliyle ilk defa karşılaşacak olan okurları ise mutlaka önceki kitaplarını da okumaya sevk edeceğini düşünüyorum bu romanın.
İhsan Gülhan / sendika.org / 6 Mart 2022
Katharsisin zorunlu uğrağı Dövüş Kulübü
Büyük hayallerle üniversite eğitimine başlayıp, diplomasını kredi borcuyla birlikte alan, idealindeki mesleği yapma olanağı bulamayınca o sektöre yancı olarak giren, üstüne üstlük sahte diplomalıların iktidarına hizmet eden bir işle iştigal eden gençliğin iç çekişini anlatan bir roman yazılacak olsaydı hiç kuşkusuz Hakan Bıçakçı’nın Silinmiş Sahneler kitabı gibi bir roman yazılırdı.
Kahramanımızın adı belli değil ama Genç Werther’in Acılarını öğrenmeye çalıştığından ona bizim Werther demenin bir sakıncası olmaz. Sinema-televizyon eğitimini montaj üstüne aldığı kurslarla zenginleştirip yönetmenlik hayaline yaklaştığını sansa da Yeni Türkiye’nin ona layık gördüğü iş sansürcülükten öte değildir. Nekrofili ve pedofili hastalığından muzdarip ahlak bekçilerinin topluma çizdiği kırmızı çizgileri iyi bildiğinden bu görevde terfi etmeyi başarır (!) başarmasına ya bunun dibe doğru bir yarışa benzediği ortadadır. Karşısındaki pespayeliği ciğerine kadar bilen ama nereye kadar alçalabileceğini hesap edemeyen bizim Werther heykelin memelerini mozaiklemeyi ihmal edince dünyada taştan tahrik olan mahlukatların da olduğunu aldığı uyarı cezasıyla birlikte öğrenir.
Bu ne yaman çelişki
Kendisi rakı içtiği halde rakıya buz atılan sahneleri buzlarken hayat Fight Club filmine fena halde benzer. Rock yıldızı olmaya çalışırken bipleme işine bakan yardımcısı da ondan pek bir farklı değildir. Tekel bayiinde çalışan Hacı Amca’ya benzediklerini biliyordur. Doğal olarak, kendisine özel çok cazip bir fırsat için arayan çağrı merkezi çalışanının halini ondan daha iyi anlayan çıkmayacaktır, telefonu kapatırken “Teşekkür ederim, ilgilenmiyorum” demesi bundandır.
Nitelikli gençler kendilerine yaşam hakkı tanımayan bu ülkeyi geride bırakarak yurt dışına göçse de romanda bizim Werther’in böyle bir çabası olduğuna rastlamıyoruz. Oysa sadece hayalleri çalınmakla kalmamış, baştan beri cemiyet dışı bir yaşam sürmüştür. Toplumun ortalamasını tutturmaya çalışmamış, kendine sunulanla yetinmemiş, zevklerinin kendisine dışarıdan dayatılmasına izin vermemiştir. Çoğunluğun parçası olma uğruna o sürünün içinde yer almayı reddeden, onların kirine, pasına bulaşmak istemeyen, onlarla suç ortağı olmayı kendine yediremeyen aykırı insanların yaşadığı melankolik mutluluğu kahramanımız da duyumsar. Satır aralarında Ahmet Kaya’dan Ezginin Günlüğü’ne, Led Zeppelin’den Bon Jovi’ye gönderilen selamlar çoğunluğun ıskaladığı güzellikleri kimlerin fark ettiğini fısıldıyor.
Bizim Werther’in toplumla yaşadığı çatışmayı roman boyunca izlemek mümkün. Kişisel gelişim kitaplarını eleştirirken, elit mekanlarda çalan tango müziğin sınıfsal kökenine dikkat çekerken, sinema salonlarının AVM’lere tıkılmasından bahsederken, edebiyatın poplaştırılmasından rahatsızlığını belli ederken bu çatışmanın izlerini süreriz. Estetik yoksunluğu, bayağılık sorunu; yanar döner tabelalar, kırmızı led “tavuk döner” yazısı ile kitapta yer alırken kebapçıdan bozma meyhanelerin bizim Werther’i üzdüğü anlaşılıyor.
Kahramanımızın toplumla yaşadığı çatışmaların başka bir başlığı olan her anını sosyal medyada paylaşma çılgınlığı, patolojik bir beğenilme ihtiyacına, ilgi ve takdir görme, onaylanma ihtiyacına bağlanıyor. Bizim Werther sirk olarak gördüğü bu mecraya ucundan da olsa bulaşıyor. Herkesin yanında taşıdığı cep telefonuyla kendisinin Big Brother’ı olduğu bir dünyada Orwell fena halde yanılmıştır. Bu çağda gözetlenmek sorun olmaktan çıkmış, günümüz bireyi görünür olabilmek için gönüllü olarak her şeyini ortalığa saçmaktadır. Kahramanımızın kitapçıya her uğradığında hobi bölümünde yer alan avcılık kitabını cinayet kitapları arasına yerleştirerek çıkması hayvan hakları uğruna verilen umutsuzca bir mücadeledir.
Kahramanımızın kasapta ya da yemekte gördüğü ölü hayvanların canlı gibi baktığını sanmasını halüsinasyon, depresyon, tükenmişlik arasında dolaşan gençliğin temsilcilerinden biri olmasına bağlayabilirdik. Ancak romanda kullanılan puzzle metaforunu burada devreye sokarak kahramanımızın karşılaştığı insanları ölü suratlı olarak tasvir etmesini, mezarlıkların neden bu kadar şehrin içinde olduğu sorusuyla birleştirirsek aslında insanların çoğunun yaşayan ölüye döndüğünün, kimin ölü kimin canlı olduğunun tartışılabileceğinin anlatılmaya çalışıldığı sonucunu çıkarırız. Kahramanımızın halüsinasyonlarını aşmaya çalışırken geliştirdiği görmezden gelme tekniğinin aslında kendinden kaçmaktan başka bir şey olmadığını fark ettiği an, aydınlanma anı olduğu kadar kendisiyle yüzleşme cesaretinin gösterilerek “üstüne gitme” kararının verildiği bir andır. Hayatta kalabilmek için hayallerinin tersine doğru hareket edip inanmadığı hatta karşı olduğu işleri yapan gençliğe kendinden kaçmaktan başka yol bırakılmadığı doğrudur. Gideceği yere varmak için navigasyon cihazı kullanmasına bakılırsa yönünü/hedefini bulmakta da zorlandığı anlaşılan kahramanımız ne zaman ki kendinden kaçışın teyzesinin evinde bulunan koşu bandı üzerinde yapıldığı gibi hiçbir yere varmadığını anladığında “üstüne gitme” kararını alması Fight Club filminin finalini anımsatır. Onurlu bir hayat için yolu yok bu dövüş verilecek.
bantmag. / 10.04.2022 / Ant Arın Şermet ve Esin Çalışkan
Merhamet yorgunluğu:
Hakan Bıçakcı ile Silinmiş Sahneler üzerine
İletişim Yayınları etiketiyle raflarda yerini alan Hakan Bıçakcı romanı Silinmiş Sahneler; sinemacı olma hayaliyle yola çıkıp kendini sansürcü olarak bulan bir kurgu operatörünü odağına alıyor. Bugün burada yaşamanın, sürekli haberdar olmanın, her şeyi görmenin, hiçbir şey yapmamanın yorgunluğu üzerine kafa yorduran bir anlatıya sahip.
Ant Arın Şermet: Son kitabın Normal Nefes Almaya Devam Edin’den sonra herkes gibi uzun süre kendinle baş başaydın ama farklı medyumlarda üretmeye devam ettin. Bu deneyimlerinin yazarlığına nasıl katkıları olduğunu düşünüyorsun?
Hakan Bıçakcı: Normal Nefes Almaya Devam Edin, kitaba metafor olarak koyduğum bir isimdi aslında ama kitap çıktıktan kısa bir süre sonra normal nefes almaya devam etmenin anlamı tamamen değişti. Çünkü sokakta ağzımı burnumuzu kapatan maskeler ile gezmeye başladık, insanlar solunum cihazlarına bağlandı. Bir anda o isim bambaşka bir şeye dönüştü. Bahsi geçince ilk bunu söylemek istedim. O dönem Beyoğlu Sineması ile bir podcast yaptım, İstanbul Turu adında. Daha sonra konular bittiği için onu bıraktık. Şimdi çok sevdiğim bir sinema yazarı olan Fatma Cihan Akkartal ile birlikte, Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi için bir YouTube programı yapıyoruz: Bilimkurgunun Korkuları. Ben yazarlığın yan etkisi olarak gelen bu tür üretimleri, etkinlikleri çok seviyorum açıkçası. Kendimi asla “İşim sadece yazmak, bir kenarda, odamda oturup sadece yazıyorum ve benden de sırf bu bekleniyor’ şeklinde görmek istemem. Bu bana tatsız geliyor. Yazarlıktan gelen yan üretimler, sinemayla ya da müzikle ilgili başka başka işler ve programlara katılmak beni çok mutlu ediyor. Ben bunu genel bütünlüklü bir üretim olarak görüyorum aslında. Çünkü bunlar yeri geliyor kitaplarıma yansıyor, hepsi birbirini bir noktada tamamlıyor. O yüzden evlere kapandığımız dönemde bu tür yazarlığın yan etkisi faaliyetlere devam etmek bana çok iyi geldi diyebilirim.
A.A.Ş.: Silinmiş Sahneler de pandemi sürecinin bir ürünü bildiğim kadarıyla. Bu kendi başınalık dönemi, hikâye ve karakter kurgulama biçimlerini herhangi bir şekilde etkiledi mi?
H.B.: Aslında bu konu pandemiden önce aklımdaydı. Sansürcü bir karakterin başından geçenler…Sinemacı, yönetmen olma hayali ile yola çıkıp kendini bir sansürcü olarak bulan ve bundan acı çeken bir karakterin başından geçenler kadar konuyu biliyordum, bazı notlarım vardı. Ama bu kadarı bir roman için yeterli değil elbette. Başından tam olarak nelerin geçeceğini bilmiyordum. Sonra evlere kapandık ve aslında fiziksel olarak yazmak için hayatta en çok zamanımın olduğu döneme girdik. Çünkü hatırlarsınız hafta sonu dışarı çıkma yasakları vardı, hafta içi 21.00’dEn sonrası yasaktı vs. Üretmek için ideal bir zamandı ama sadece teknik olarak. Gerçekte hayatımda en az üretken olduğum dönemdi bu, ilk 6 ayında hiçbir şey yazamadım. Muhtemelen “ölecek miyiz kalacak mıyız” ön plandaydı. Şöyle bir duygu hiç olmadı: “Hadi bakalıım, eve kapandık romanıma oturayım”. Asla olmadı. Bir satır bile yazmadım. Gerçekten pandeminin ilk dönemi ömrümün en verimsiz dönemiydi.
Esin Çalışkan: Üretken olma tuzağı içindeydik hepimiz biraz.
H.B.: Evet, o panikle oluşmuş izleme listeleri, kitap listeleri… Bir yandan romantik bakarsak sanatın ne kadar önemli olduğunu, böyle durumlarda nasıl tutunduğumuzu gördük. Ama gıcık bir yerden bakarsak, bu bir kendimizi kandırmaydı. Onlar çok kısa sürdü zaten çünkü insanlar ancak sosyalleşip okuyup izlediklerini birbirlerine anlattıkları zaman bunu değerli buluyorlar. Onu yapmadıkları zaman sıkıldılar. Gerçekten bir sanat eseri ile baş başa kalmaya çok alışkın biri değilseniz, bir süre sonra dikkatiniz dağılır. Benim ilk dönemim izleme ve okuma anlamında daha verimliydi. Biriken bir sürü konu vardı. Bir de bende tuhaf bir şey oldu, izlemiş olduklarımı tekrar izleme loopuna girdim. Bu da bir savunma mekanizması olabilir. Ölmeden önce tekrar bunlara bakayım gibi mi geldi, bilemiyorum. Sıfırdan yeni işlerden çok beni hâlihazırda etkilemiş şeyleri tekrar izledim diyebilirim.
A.A.Ş.: Zihin tazeleme bir nevi.
E.Ç.: Onlarla ilişki kurmak da daha kolay olabiliyor.
H.B.: Bendeki durum tam böyleydi. Sonra baktım, dünya dönmeye devam ediyor. Ben bu konunun tekrar başına oturdum ve yazmaya başladım. Tabii ki bu dönemde bir sürü notlar almıştım, birçok şey düşünmüştüm. Bu konu kafamda bir dosya olarak açıktı ve o kafanda açık olduğu zaman algıda seçici oluyorsun. Özellikle sansürle ilgili duyduğun, gördüğün birçok vakayı bir yere kaydediyorsun. Ben aslında o dönem bunları bayağı bir biriktirmişim. Oturup yazmaya başladığımda devamı çok hızlı ilerledi diyebilirim.
A.A.Ş.: Ne kadarlık bir zaman diliminde yazdın?
H: Düşünmesi, ön çalışması ile birlikte iki-üç yıla yayılan bir süreçti. Ama fiziksel olarak oturup yazma kısmı bir sene diyebilirim. Yani iki sene demlenme, bir sene yazma gibi oldu. Fark ettim ki ben bir şeyleri okumak, izlemek ve onlardan ilham almak yerine dışarıda gördüklerimden, saçma sapan ortamlarda bulunmalarımdan daha çok ilham alıyorum. Tuhaf bir yerde bulunma, garip insanlar görme ya da kafedeki yan masandaki insanların muhabbeti… Bunlar yazma konusunda benim kafamı daha çok açıyor. Yüksek sanat eserlerinin ilhamı o kadar etkili olmuyor. Şimdi geriye dönüp bakalım, eve kapanınca benim niye yazamadığımın bir sebebinin de bu olduğunu görüyoruz. Sırf dünyada şu an başka konular var, edebiyat öncelikli değil diye değil, o işin romantik kısmı. Bir de işin pratik kısmı var, evde oturuyorum ve aklıma bir şey gelmiyor kadar basit bir durum.
E.Ç.: Karakterlerini oluştururken neleri dikkate alıyorsun? Bazıları karikatürize edilmeye çok müsait karakterler ama kendini bu tuzağa düşmekten nasıl koruyorsun?
H.B.: Öncelikle kendimden yola çıkmıyorum. Karakter beni temsil etmiyor ama tabii ki benden birçok iz var orada. Genelde ana tema neyse kentsel dönüşüm mü, sansür mü…O temaya uyacak bir karakteri adım adım inşa etmeye çalışıyorum. Burada kendimden, eşimden dostumdan, arkadaşlarımdan gördüğüm, başka filmlerdeki karakterlerden ve romanlardan ilhamların bir kokteyli oluyor. Her şeyden biraz alarak o karakteri inşa etmeye çalışıyorum. Kendi özelliklerim karaktere geçmişse bunlar özel bir filtreden geçtiği için oraya giriyor. Benim huyum suyum tam o karakterle ilgiliyse eklerim yoksa asla zerre umrumda olmaz. Sadece beni bağlayan şeyler çok sıkıcı olur, insan zaten kendi ile baş başa. Sıfırdan bir karakter yaratma imkânı varken kendine dönmek biraz saçma diyebilirim. Bu yoruma da katılıyorum, özellikle Doğa Tarihi romanının karakteri Doğa çok karikatürdü mesela. Bu romanda da hayatlar / hayaller klişesinden yola çıktım, onun uç noktası bir karakter. Biz yazar olarak bir karakter yaratırken her şey kitabına uygun olsun istiyoruz, kurguyu mantıklı yapma eğilimde oluyoruz ama hayat mantıklı değil. Hayat görüşüne uygun bir meslek, tam ruh ikizi bir sevgili…Hayat öyle değil, görüyoruz. İnsanlar nefret ettikleri işlerde çalışıyor, çok alakasız insanlarla birlikte oluyor. Bu çelişkiler aslında bizi gerçek yapıyor. Dolayısıyla sinemacı, yönetmen olma hayaliyle yola çıkıp sansürcü olan bir karakter, evet karikatür. Ama acı bir karikatür. Gerçek çünkü. Karakteri hep bu çelişkiler üzerine kurdum diyebilirim, ana kelime çelişki olur. Bir kısmının farkında kendisi, bir kısmınınsa değil.
E.Ç.: Baş karakterine gelelim sahiden. Onun isimsiz olması, bilinçli bir tercih olmalı. Bu durum karakterle kurduğumuz ilişkiyi de şekillendiren nüanslardan biri. Seni bu karara yönelten neydi?
H.B.: Bu karakter ilk isimsiz karakterim değil aslında. Karanlık Oda‘nın karakteri de isimsizdi. Konunun sansür olmasının etkisi olabilir bu kararımda. Silinme ve sahneleri atma üzerine. O zaman burada da silinmesi gerekiyor dedim. İkisinin de arkasında kimliksizleşme, hayatın öznesi olmama, merkezinden kayma gibi bir durum var. Bu yüzden de silmek istedim. Aslında çok nedenim vardı ismini kullanmamak için. Bir diğeri de çok karakter odaklı bir anlatım olması. Biz neredeyse her şeyi karakterin içinden, zihninden görüyoruz. Ee sen zaten etrafınla ilgiliysen; çok aynaya bakan, sürekli selfie çeken biri değilsen kendini çok fazla da görmezsin. O yüzden karakterin fiziksel görünümü, ismi yok. Gördükleri var, bir de sevgilisinin ismi var. Çünkü ona sevgilim, aşkım demesin diye sevgilisine isim verdim. Onun dışında ben bu romanda her şeyi çok minimal tutmaya çalıştım. Anne, baba, arkadaşlar… Arkadaşlarına bizimkiler diyor. Çünkü isimler eklendikçe çetrefilleşmeye başlıyor. Ben bütün karmaşayı kurguda tuttum, diğer her şey çok basit. Karakterin bile adı olmasın dedim, biz zaten onun gözünden görüyoruz. O da kendiyle değil etrafıyla ilgileniyor gibi düşüncelerin sonunda isim vermemeye karar verdim.
E.Ç.: Bilmiyorum katılır mısın ama bir karaktere isim vermek bir sınır da koymak aynı zamanda. Karakterler arası belki, yaşantılar arası belki. Bunu da kırmaya çalıştığını anlıyorum.
H.B.: Kesinlikle öyle. Bir de ben olduğu zaman, anlatıcılarım genelde ben anlatıcıdır, zaten adını söylemene gerek yok. Kendinden kendin olarak bahsedersin. Anlatıcı olduğunda karakterin ismini vermen gerekir ama “içeri girdim” dediğin zaman bir adının olmasının hiçbir önemi yok.
A.A.Ş.: Suyun yönünü biraz değiştiyorum. Karanlık Oda, Uyku Sersemi, Apartman Boşluğu gibi kitaplarını okurken eş zamanlı olarak zihnimde onları bir film gibi izleyebilmiştim. Sinema diline yakın bir dilin olduğu söylenebilir. Bu doğrultuda bu sene izleyicisiyle buluşan Censor filmini de kitabı okurken yer yer anımsadım. Baş karakterin işi, tuhaflıklardan gözünü açamayışı gibi noktalarda özellikle. Videodrome hissi de çok güçlüydü kitabın, Cronenberg’in filmografisine yeniden göz gezdirtti bana. Bu kitap özelinde yazım sürecinde sana ilham veren sinematik anlatılar, referanslar oldu mu? Ya da bir uyarlama hayalin?
H.B.: Aslında benim tamamen özgün bir iş yapacağım takıntım yok. Yani bir şey yazarken bir dokuyu devam ettirdiğimi biliyorum. Edebiyattan, sinemadan bazı anlatılara benzemesi, onlarla dirsek temasında olması… O geleneği sürdürdüğüm bilinciyle yazıyorum ve açıkçası tamamen özgün olacak mı ya da bir şeylere benzeyecek mi diye kendimi sınırlamıyorum. Yazar adayı arkadaşlarla konuşurken de hep bunu söylüyorum çünkü özgür olacağım düşüncesi insanı kafese kapatabiliyor. Ne yaparsan yap özgün olmayacaksın, bir dokuyu devam ettireceksin. Ben de yazarken biliyorum, atmosferi Kafka’ya benzeyecek, bir şeyler David Lynch’e benzeyecek vs. ama Censor özelinde filmi duyduğumda ve konusunu okuduğumda biraz gerildim. Çünkü roman bitmişti. Kabası bitmişti, ince ayar ufak tefek süslemelere geçtiğim bir dönemdi. Konusunu okudum, ismini gördüm karnıma bir ağrı girdi. Filmi de hemen bulamadım, bir süre kafamda onunla yaşadım. Sonra izlediğimde rahatladım açıkçası. Tabii ki benzer bir his var ama Censor’da çok spesifik bir sansür var ve bir dönemi anlatıyor. Kapanmış bir dönem bu. Dolayısıyla çok acıklı değil. İngiltere sansür dönemi yaşamış, ondan kurtulmuş, şimdi onun filmini yapıyor. Dönüp baktığı, eski günlerdeki sansür saçmalığı üzerine bir film. Ben Silinmiş Sahneler’e baktığımda rahatlanacağını düşünmüyorum. Hayatın içinde bizzat yaşadığımız ve gittikçe daha da katlanacağını, bir şekilde korkunçlaşacağını düşündüğüm bir mevzu. Sansür sadece sansür değil burada, okuyan herkesin göreceği şekilde bir metafor.
A.A.Ş.: Açılışını da mavi nokta ile yapıyorsun. Kendi varlığını sansürlemeye kadar gidebilir.
H.B.: Evet ve biraz da kaybolmakla ilgili. Karakter yavaş yavaş kayboluyor, haritadaki yerini kaybediyor durumu var. Dolayısıyla filmi izleyince rahatladım. Film referanslarına gelirsem de yazarken pek referansım yoktu ama karışık bir kurgu olduğundan dolayı Pulp Fiction, Memento, Irreversible gibi konuyu karışık ya da tersten anlatan filmleri andım. Çünkü burada da öyle bir durum var. Bir de Happy End diye bu işleri başlatan bir Çek filmi vardır, bütün film tersten akar. Giyotinde kesilen bir kafa ile başlar sonra oraya gidişi anlatır. Bu filmleri tabii ki hatırladım. Uzak Doğu sinemasının da çok etkisi oldu. Uzak Doğu korku filmlerinin bir hat, bir kanal olarak bu romanda yeri var diyebilirim. Özellikle The Eye diye bir Hong Kong filmi var. Tuhaflıklar gören bir karakter var orada da…Suratı yamulan insanlar görür, mevzu sonunda bir göz nakli ameliyatına bağlanır. Daha önceki gözün sahibinin yaşadığı travmalar ve gördükleri üzerine. Korku filmlerinde genelde bu tür tuhaflıklar açıklanır, okur ya da izleyici de açıklama bekler. Ben her zaman açıklama yapmayan yazar tarafındayım. Yani Gregor Samsa’nın bir sabah niye böcek olarak uyandığını açıklamama ekolünden geldiğimi hissediyorum. O yüzden burada tuhaflıklar açıklanmıyor ama Uzak Doğu filmlerindeki korku sahnelerinin etkisi oldu. Çünkü bence bir yanıyla Silinmiş Sahneler bir korku romanı.
A.A.Ş.: Peki Uzak Doğu filmleri gibi referans olduğunu düşündüğün, senin uyarlanmasını istediğin bir eserin var mı? Senin edebiyatına ısınmamı sağlayan, işi hayranlığa vardıran Uyku Sersemi kitabın için bunu düşündüm. Bence sinema anlatısına çok yakın bir tondaydı.
H.B.: En az edebiyat kadar sinemadan da etkilendiğim için bu hislenim bana çok doğal geliyor. Sinematografik anlatım tercih ettiğim bir anlatım türü. Açıkçası bunun da bana özel bir durum olduğunu düşünmüyorum, benim kuşağım yazarlar artık sinemadan daha çok etkileniyor. Çünkü biz hikâyelerden etkileniyoruz, o hikâyelerde sinemanın ve artık dizilerin rolü, alanı genişlemeye başladı. Ama yazarken bu nasıl film olur, şu ne güzel sahne olur, bunu şu çekse şöyle olurları gerçekten hiç düşünmüyorum. Ben tamamen kâğıt üzerinde en iyi nasıl anlatırım derdinde oluyorum. Ama bitip yayımlandıktan sonra bu tür fantaziler başlayabiliyor tabii. Şöyle güzel olur, bu karakter bu olur gibi. Silinmiş Sahneler için şimdi ilk defa düşünüyorum bunu, daha önce düşünmemiştim. Çok emin olamıyorum, karakterin kafasının içinde geçen çok fazla şey var. Oturup bir düşünmek lazım, bunu filme uyarlamak zor olabilir.
A.A.Ş.: Silinmiş Sahneler serbest uyarlamaya daha uygun olabilir. Drive My Car, 15 sayfalık bir öyküydü örneğin.
H.B.: Çok doğru, kendi romanlarımın hepsini serbest uyarlamaya daha yakın görürüm. Çünkü dediğim gibi hepsi karakterin fazla kafasının içinde geçiyor. O da sinemaya pek gelmeyen bir şey.
E.Ç.: Sansürden konuşurken, yaratıcı ve otosansür arasındaki ilişkiye dair deneyimlerini ve gözlemlerini biraz paylaşabilir misin? Senin kendi yaratım süreçlerinde ne kadar karşılaştığın / irdelediğin bir konu bu? Bir mücadele alanı mı? Nasıl mücadele yöntemlerin var?
H.B.: Sansür çok ilginç bir konu, içine girince daha iyi gördüm. Romanla uğraşırken çok fazla derinleşen bir konu oldu. Bir kere sansür asla sadece sansür değil. İnsanın içine işleyen bir konu. İlk başta karakter geçinmek için sansür yapmak zorunda. Nefret ettiği bir şey, doğru bulmadığı bir şey ama para kazanıyor. Buraya kadar sansürle sağlıklı bir ilişkisi var, yapıyor ama en azından kendini ayrı tutuyor, bir mesafe alabiliyor. Ama bazen kendisi de sansür yapıyor, mesela bir şeyleri birine eksik anlatıyor. Bir kısmını anlatıyor, devamını anlatmıyor. Bunu yaptığı anda aslında sansürün onun içine işlediğini görüyoruz. İçinde bulunduğun toplumun, işyerinin herhangi bir toplumsal yapının yozlaşmasından kendini kurtaramıyorsun, öyle bir şey yok. Kendini kandırabilirsin ama kurtaramazsın, sen de o yozlaşmanın bir parçası olursun. Bu çok acıklı ve bence çok gerçek bir şey. Dolayısıyla görmezden gelme, üstüne gitme gibi yöntemlerle mücadele etmeye başlarsın bu karakterde olduğu gibi. Yani yüzeydeki ilk boyut sansür yapmak zorunda kalmak, ikinci boyut kendi de sansür yapmak ve bunu fark etmek. Üçüncü ve daha derinde bir boyut var, o da kendi farkında olmadan sansürcülük yapması. Bunu okur yakalarsa yakalıyor. Adım adım derine işlediği bir sansür mekanizması var. Ayrıca sizin sorunuzda ilginç bir nokta var, ben yazar olarak bu konuyu işlerken sansür yaptım mı? Şimdi ben buna yapmadım derim ama bu öyle bir konu ki emin değilim. Heh şu olmadı, şöyle bir şey yazsam çok iyi olurdu ama başım belaya girer, buraya girmemeliyim dediğim bir konu olmadı. Ama toplumsal yozlaşma konusunda sen farkında değilsin, bunun bir parçası oluyorsun, bazen refleks olarak yapıyorsun. O yüzden sansür tuhaf bir mevzuymuş. Bir de kitapta her şey kurgu olsa da gerçek olan tek şey sansür vakaları. Verdiğim tüm örnekler Türkiye’nin yakın tarihindeki sansür vakaları. Ben normalde not alarak çalışırım ama bunların hiçbirini bir kenara yazmamıştım, yazarken otomatik olarak aklıma geldi. Bir yerde görüp sinir olmuşum ve o aklımda kalmış, heykel memelerinde olduğu gibi. Onların hepsini yerli yerinde hatırladım ve yazdım. Topladığım dizdiğim bir gazetecilik araştırması yapmadım. Bunun o kadar içinde yaşıyoruz ki hepsi tıkır tıkır geldi diyebilirim.
E.Ç.: Bunları zihninde tutman o mücadele alanını yaratıyor olabilir mi? Bunun üzerine bir de kitap ürettin.
H.B.: Evet, dolambaçlı bir yol izledim sanırım.
A.A.Ş.: Ben isimsiz arkadaşımıza geri döneyim. Diğer karakterlerine göre kendisine biraz iyi davrandığını düşünüyorum. Aslında hayal ettiği bir yolda kendine alan açmak için hareket etmek istese de bunu başaramayan karakterler hemen her kitabında kendine yer buluyor. Silinmiş Sahneler’de de buna benzer bir durum var. Ancak yer yer hayallerine yaklaşma olanağı da tanıyorsun kitabın baş karakterine, her ne kadar hüsrana ulaşsak da. Bu yaklaşımın nasıl ortaya çıktığını duymak isterim. Kişisel deneyimlerinden mi yoksa gözlemlerinden mi kaynaklanıyor?
Yani hem gözlemler üzerinden hem de bu mevzu karanlık bir mevzu. Sansür konusu, kendiyle çelişen bir karakter, bugün burada yaşamak dediğimiz şey yani kitabın arkasında da söylediğimiz. Çok fazla acı görüntüye, korkunç habere maruz kalıyoruz. Sosyal medya sürekli elimizde ve gerçeğin bir kesiti olarak durmadan korkunç şeyler görüyoruz: Hayvana eziyet görüyoruz, kadın cinayetleri görüyoruz, şu an savaşla ilgili şeyler görüyoruz. Bunlar oluyor, yani senin kafanı çevirip baktığında yanında olmasıyla başka bir mahallede, başka bir ülkede olması arasındaki fark nedir acaba, sınırı nereye çekeceksin? Aslında biraz da çıkış noktam buydu. Sosyal medya o sınırları kaldırıyor. Sürekli görüyorsun, sürekli acı çekiyorsun. Merhamet yorgunluğu diyor buna batılılar. Dünyada olup biten açlıklar, sefaletler için vicdan azabı duyma. Tabii batılı toplumlar bunu böyle romantik bir vicdan azabı gibi yaşıyor, bizim gibi toplumlarda birebir içinde yaşıyorsun ve bunlarla nasıl yaşanır, bu biraz karanlık bir konu. Yani işte romandaki görmezden gelme, üstüne gitme bununla ilgili bir şey. Ne yapacağım, ben bunlarla mücadele edeceğim desen hangisiyle edeceğim, nasıl edeceğim? Görmezden geleceğim desen kendini kandıracaksın. Bunlarla ilgilenen bir romanın mutlu sonla bitmesi biraz mutsuz, tatsız bir durum olurdu. “Aslında her şey de yoluna girer.” gibi bir şey olurdu. Ben genelde canımı sıkan konulardan yola çıkıyorum. Yani sanatta zaten bence çıkış noktaları genelde rahatsızlık oluyor, bir şeyden rahatsız olmak. Bu tehlikeli de bir şey çünkü seni didaktik bir yere de götürebilir. O rahatsızlığı yoğurup bir romana dönüştürmen gerekiyor, başka şeyler de eklemen gerekiyor. Ve bu beni rahatsız eden şeylerden yola çıktığım için de hemen hemen tüm romanlarım olumsuz, depresif, karanlık bir şekilde bitiyor çünkü bunlar karanlık konular. Ama gözlemin çok doğru: Aralarda bir umut ışığı da kurmaya çalışıyorum. İronik finalleri seviyorum mesela, karakter “Her şey yoluna girdi.” diyor ama sen aslında okur olarak “Ah yavrum, hiçbir şey yerine falan girmedi… Ah canım!” diyorsun yani. O ironik tonu çok seviyorum, sinemada da diğer romanlarda da. O yüzden biraz onu yapmaya çalışıyorum. Burada da karakterin hakikaten bu bir düşüp kalkma düşüp kalkma durumu var. Çırpınıyor yani. Çırpınıyor, çıkmaya çalışıyor. O kadarcık umut ışığı olmasa da okuma zevki olmaayn bir şey olurdu. Çok arabesk olurdu yani.
A.A.Ş.: Kafasına kafasına vurulan 70’ler Yeşilçam’ına dönerdi.
H.B.: Öyle değil miyiz? Hep hayata dönüyoruz, mutlu oluyoruz, kafamızı çıkarıyoruz o boktan ortamdan. Sonra tekrar giriyoruz içine yani. Biraz o var burada da.
A.A.Ş.: Kitap boyunca gerçeğin kurguyla iç içeliği asıl karakterimizin ve okuyanın zihninin berrak kalmasını engelliyor. Ki bu da okuyucunun iştahını cezbeden nüanslardan sanırım. Ancak sona geldiğimizde önceki kitaplarına kıyasla, görece tahmin edilebilir bir çözüme ulaşılıyor. Silinmiş Sahneler özelinde, yazmaya başladığında final aklında ne oranda canlanmıştı? Yazım sürecinde ne kadar değişti?
H.B.: Şimdi bu roman özelinde (her roman için bunu söylemem) şunu söyleyebilirim, bu romanın sonu yok aslında. Başı da yok. Yani klasik anlamda başı sonu olmayan bir roman bu, kurgusu da karışık. Yani ben şöyle düşünüyorum: bu roman ortadan başlayıp başa doğru, ondan sonra sona sıçrayarak da okunabilir. Karakterin kafasında her şey birbirine karışıyor. Bu kurgunun karışık olması da sadece karakter kurgucu diye değil, yine bu hayatın bizi getirdiği bir nokta. Bence biz bir günü yaşayıp geriye döndüğümüzde artık hangisi önceydi, hangisi sonraydı hatırlamıyoruz. O şehrin kaosu üzerine düşündüğüm bir konuydu. Dolayısıyla aslında başı ve sonu diye bir şey benim kafamda yok, bir kesit görüyoruz. Bana kalırsa bir çözüm de yok, net bir çözüme de kavuşmuyor aslında. Bir karakter geri dönecek mi, dönmeyecek mi bilmediğimiz bir yola doğru, yani akıl ve mantığın sınırının dışına doğru yürümeye başlıyor. Onu kaybedecek miyiz yoksa bir noktada U dönüşü yapacak mı tekrarı bilemediğimiz bir noktada bence biraz havada bitiyor diyeceğim.
A.A.Ş. O bilinmezlik özellikle üçüncü bölümün ortalarında hissediliyor. Bir yerden sonra bitecek ama bitmeyecek bu kitap diye düşündürdü.
H.B.: Delirme anlatısına gidecek gibi bir şey. Ama herkesin senin gibi tahmin ettiğini düşünmüyorum, belki daha önceki kitapları okumuş olmanla falan da ilgili bir şey olabilir, bilemedim. Ama dediğim gibi ben her zaman sonunu bilerek başlıyorum. Giriş gelişme sonucunu, omurgasını bilerek başlıyorum. Ama bu şu demek değil: Karar veriyorum ve aynısını yazıyorum demek değil. Karar vermek başlamak için çok gerekli çünkü öbür türlü notlar alıp alıp sonsuza doğru gidebilir o. Ne yapacağını bildiğin zaman kurguyu oluşturuyorsun ama yazmanın öyle bir doğası var, yazmaya başladığın zaman değişiyor dönüşüyor. O çizdiğin yol haritasından tabii ki çıkıyorsun. Burada da ben yine sonunu bilerek başladım diyebilirim ama burada da sonuyla başı birbirine karışan bir durum var aslında. Başa dönüyor gibi yapıp dönmüyor. Başa dönme de bana biraz klişe geldiği için onu yapmak istemedim.
E.Ç.: Akışı değiştirip değiştirmediğini merak etmiştim.
H.B.: Değiştirdim, tabii. Bu romanda şeyle çok fazla uğraştım, o kurguyu karıştırma işi. Bu okur için kafa karıştırıcı bir şey olmalı yani okuyan bunu lineer bir kurgu gibi, akıcı bir şekilde okumalı, “ay hangisi önceydi hangisi sonraydı” dememeli. Ben arkada o bunu demesin diye çok uğraştım. Gerçekten o karışık kurguyu oluşturmanın bayağı zorlukları var. Sonrasını daha önce yazdın, onu bilerek yazıyorsun. Ama bu beni hem zorladı hem çok ilginç imkânlar sağladı bana. Çünkü, sadece küçük bir örnek vereyim mesela: Bir aile buluşmasına, misafirliğe giderken sanki daha önce yaşadığım bir âna gidiyorum, bu ânı daha önce yaşamıştım duygusundan bahsediyor ve gerçekten bir önceki bölümde biz bunu okuduk. Yani onun o ironikliği çok alan açtı bana yazarken diyebilirim. Tam bir oyun alanı oldu. İlk başta açıkçası bu kadar oyun alanı yaratacağını bilmiyordum. Yazmanın böyle mucizevi bir durumu var. Planlıyorsun ama planladığın şeyin, verdiğin kararların bazılarının çok iyi kararlar olmadığını, bazılarının çok çok yerinde olduğunu yolda görüyorsun aslında.
Anlatını kurarken müzik ve sinemadan esinlenmenin bir gereklilik olduğunu önceki kitaplarında okuduk. Silinmiş Sahneler’de çok daha yoğun bir müzik kullanımı var. Bunu yaparken de hafızamız bizi yanıltmıyorsa Editors’tan “Smokers Outside the Hospital Doors” haricinde spesifik şarkı yerine albümler ön planda. Bunun ardında, albüm dinleme alışkanlığının gittikçe azaldığı günümüz sektörüyle ilişki kurabileceğimiz bir sebep aramak doğru olur mu?
H.B.: Evet, şimdi bu karakter eski bir müzik yazarı ama müzik yazarlığı yapamıyor çünkü müzik dergisi yok. Bu ülke müzik üzerine düşünülüp yazılacak bir ülke değil, müzik arkada çalacak ya da kalkıp oynanacak bir şey, diyor karakter tam bu şekilde demese de. Müzik yazarı olduğu için algı konusunda çok seçici müzik konusunda, geçmişten kalma bir refleksi var. Karakter müziğe ilgiliyse bir kafeye girdiğinde müzikten bahseder, değilse bahsetmez. Bu anlatıcınıza göre aynı şeyi yaşayan iki anlatıcının algıda seçiciğiyle ilgili bir mevzudur. Burada müzik konusunda kafası açık bir karakter var. Ama artık o da albüm dinlemiyor, hani albümler geçiyor gerçekten ama çalma listeleriyle dolu bir hayat yaşıyoruz artık diyor, albüm dinlemiyoruz, o bütünlük gitti diyor. Bu da aslında romanın kurgusunun karışık olması, her şeyin birbirine girmesiyle bağlantılı bir durum. Albümdeki bütünlük romanda da yok, roman da bir çalma listesi gibi. Hatta karışık çal modu açık kalmış gibi roman. Dolayısıyla karakter bundan da mutsuz aslında, albüm de bir kurgdur çünkü. Yavaş yavaş açılır, yükselir, iner, kendi içinde bir hikâye anlatır ve onun bir bütünlüğü vardır. Benim kuşağım, aslında albüm dinlerdi… Yani ilk şarkıyı biliriz, ikinci şarkıyı biliriz; iki şarkı arasında bir cızırtı varsa o da ezberindedir. Ama artık öyle bir şey yok, artık çalma listeleri dinliyoruz. Hatta bir grubu yazıp en üstte çıkan, en popüler şarkısını dinleyip geçiyoruz gibi bir dünyadayız. Dolayısıyla karakter de albüm dinleme bütünlüğünü kaybetmiş, teslim olmuş. Bu yeni zamanın, çalma listeleri zamanına o da ayak uydurmuş çünkü o da arada çalma listeleri yazıp dinliyor. Dolayısıyla Silinmiş Sahneler de aslında benim bilinçli olarak yaptığım bir şey, güzel bir albüm gibi değil karmakarışık bir çalma listesi gibi bir yandan aslında.
A.A.Ş.: Albümler demişken, Hakan Bıçakcı’nın baştan sona bir kitap gibi tek solukta dinlediği albümlerden de birkaçını öğrenmek isteriz tabii.
H.B.: Tabii ki tahmin edeceğiniz gibi çok fazla var, sayısız. Ya bir tane mesela bir albüm söyleyeyim mesela… Tam dedin ya kitap gibi baştan sona dinlenecek; Counting Crows’un August and Everything After albümü. Benim en çok dinlediğim albümlerden biri olabilir, üniversite döneminde falan. Gerçekten ağır ağır açılıp böyle kitap sayfaları gibi çevrilerek dinlenilebilecek bir albümdür, onu önerebilirim. R.E.M.’in Monster albümünü önerebilirim, çok acayip bir şeydir o da. Harika bir albümdür. Pulp’ın Different Class’ı, Suede’in Dog Man Star’ı, The Smiths’ten de The Queen is Dead diyelim, hepsi diyeceğim de… Alice In Chains – Dirt ve bir de Sonic Youth’un Dirty’si.
Oksijen / Sibel Oral / 25.02.2022
Görünürde olana bakmak bizi körleştirir
Hakan Bıçakcı’nın yeni romanı Silinmiş Sahneler’in kahramanı, yönetmenlik hayaliyle çıktığı hayat yolunda kendini filmlerin sakıncalı sahnelerini sansürleyen bir montajcı olarak bulan isimsiz biri. Yönetmen olacakken sansürcü olması elbette önemli roman için ama Bıçakcı’nın romanında bugünün Türkiye’sine dair “tuhaflıklar”ı sansürcü anlatıcısı eşliğinde aktarma biçimi çarpıcı. Bıçakcı’nın romanındaki anlatıcısının derdi hepimizin aslında. Bıçakcı’nın deyişiyle gerçeklik göz göre göre parçalanıyor. Tüm bunları Bıçakcı ile konuştuk.
11 kitap, biri ödüllü olmak üzere yedisi roman, birçoğu da farklı dillere çevrildi bildiğim kadarıyla. Yazar olmak gibi bir hayaliniz yoktu ama tüm bunlar oldu, güzel de oldu. Bugün baktığınızda ilk kitaptan bugüne neler değişti edebiyatınızda?
Çok teşekkür ederim. Evet, yazar olma hayalim yoktu. Çocukken sorulsa yazarlık dışında bir sürü şey sayardım gelecek hayali olarak. Edebiyatımda ne değişti sorusunun cevabını, yazdıklarımı okuyanların vermesi daha sağlıklı olur tabii. Bana kalırsa teknik bakımdan, dil açısından, sadeleşme konusunda gözle görülür değişiklikler var ama özünde benzer sulardayım. Bir de şöyle bir gözlemim var kendi yazdıklarımla ilgili: Etrafta olup bitenin, yani sokağın etkisi daha baskın son dönemde. İlk dönemdeyse başka romanların, filmlerin etkisi daha belirgindi. Hangisi iyidir bilemiyorum.
Sinemaya hep çok yakın oldunuz, bu romanda da anlatıcınız sinema okumuş, yönetmen olamamış bir kurgu operatörü. Buna ayrıca gelelim ama önce sinemanın yazı dünyanıza etkisinden konuşalım…
Sinema ve edebiyat anlatım biçimleri açısından bambaşka iki alan. Okumak ve izlemek de çok farklı deneyimler. Ama beni etkileyen hikâyeler diye düşünürsem, bunların yarısı edebiyattansa diğer yarısı filmlerdendir. Yani sinemadan, en az edebiyattan olduğu kadar etkileniyorum. Bence bu bana değil, benim kuşağım yazarlara özel bir durum.
Anlatıcımız kurgucu, montajcı ama aslında temel görevi sansürlemek; kesmek, mozaiklemek, flulaştırmak… Anlatıcının hayalinin kıyısında sansürcü olmasına nasıl ve neden karar verdiniz?
Bir karakter yaratırken onu kâğıt üzerinde tutarlı ve mantıklı bir şekilde inşa etme eğiliminde oluruz. Yani dünya görüşüne uygun bir meslek edinmesi, inançlarıyla örtüşen bir hayat sürmesi beklenir herkesten. Ama işte gerçekler farklı. İnsan dediğin tutarlı bir bütün değil, bir çelişki yumağı. Kendisiyle fena halde çelişen bir karakterden yola çıktım ben de. Yönetmen olma hayaliyle sinema okumuş, kurgu üzerine çalışmış ancak sonunda kendini filmleri sansürlerken buluyor. Asla benimsemediği hassasiyetlere uygun hale getiriyor onları. Geçinmek için. Bu acıklı tablo, romanın çıkış noktalarından biriydi.
Bu kararda günümüz Türkiyesinin etkisi de var sanırım…
Yazdığım her satırda olduğu gibi evet. “Günümüz Türkiyesini yazıma dahil edeyim” diye yola çıkmıyorum tabii. Günümüz Türkiyesinde yaşadığım için kaçınılmaz oluyor bu. Silinmiş Sahneler özelindeyse şöyle bir durum var: Kitaptaki tüm sansür örnekleri ülkemizden. Hepsi gerçek, sadece filmlerin isimlerini vermedim. Ve bunları bir kenara not almamıştım. Yazarken birer birer hatırladım hepsini.
“Kurmaca bir metin söylediği şey kadar söylenmeyen şeylerden de oluşur” tanımı sanıyorum Silinmiş Sahneler romanına tam da uyuyor. Siz ne dersiniz, bu roman özelinde?
Bence de uyuyor. Söylenmeyen, görülmeyen, hikâyenin özüdür. Bu roman özelinde durum iyice belirgin. Silinen sahneler ve olmaması gereken sahneler var çünkü karşımızda. Gerçeklik göz göre göre parçalanıyor.
Bir edebiyat sitesinde Hakan Bıçakcı’ya göre yazmanın yedi kuralı başlıklı sayfaya tıkladığımda ikinci kuralınızın “Gerçekçi olmak için gerçek hayata başvurmayın” olduğunu gördüm. Bunu biraz açalım mı?
Görünürde olana bakmak bizi körleştirir. Gerçek hep başka bir yerde gizlidir. Mesela bir karakteri söylediklerinden, düşündüklerinden, eylemlerinden çok, bastırdığı düşünceler, içinde kalanlar, hatta gördüğü rüyalar tarif eder. Gerçek diye çerçevelenenin dışındakiler yani.
Sizin nerdeyse tüm kitaplarınızda olaylar değil, karakterlerin içinden geçenler ön plana çıkıyor yani belki bilinçaltı belki rüya ama kafalarının içindeyiz hep. Bu romanda da öyle, sizi o yere götüren ya da olaylarla ilgilenmeme haline götürenler ne?
Roman türünün asıl gücü de burada. Kafanın içindekileri gösterme konusunda sonsuz bir becerisi var edebiyatın. Sinema bunu bir yere kadar yapabiliyor, kamera açılarına bağımlı olduğu için. Tüm yazdıklarımda karakterin başına gelenlerden çok, kafasından geçenlerle ilgileniyorum diyebilirim.
Silinmiş Sahneler bir tuhaflıklar kitabı. Sizi buraya yani “tuhaflıklar”a getiren neydi?
Kitabın aklımdaki ilk adı “Tuhaflıklar”dı. Sonra bunun ilginç olmaya çabalayan bir hali olduğunu düşünüp daha düz bir isimde karar kıldım. Tuhaflıklar kitabın her anına sinmiş durumda gerçekten. Hem olmayan, hayaletimsi görüntüler olarak hem de olan bitenin gerçekliğinden şüphe etmemize yol açan tuhaflıklar. Ve bu tuhaflıklardan kaçma, kurtulma çabası.
Kitabın arka kapağında “Bugün burada yaşamanın, sürekli haberdar olmanın, her şeyi görmenin, hiçbir şey yapmamanın yorgunluğu” cümlesindeki yorgunluğu siz nasıl yaşıyorsunuz?
Birinci dünya ülkesi insanları buna “merhamet yorgunluğu” diyor. İnsanın dünyadaki haksızlıkları, felaketleri, acıları bilip bizzat etkilenmese bile içinde hissettiği soyut acı, dolaylı vicdan azabı. Bir de bizim gibi bizzat etkilenenler var. Tabii bizzat etkilenmenin sınırını nereye çekeceğiz? Roman bununla ilgileniyor biraz da.
Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla ise başka bir boyuta geçtik. Hepimizin elinde bakış açımıza girip çıkan, yani hayatın günlük akışına sızan bir ekran var. Oraya her baktığımızda yıllarca yası tutulacak kadar trajik üç beş haber alıyoruz. Hem gözümüzün önünde hem değil bu olup bitenler. Ve bir şekilde devam ediyoruz. Gördüklerimizin ağırlığıyla yaşamayı öğreniyoruz. Ama her geçen gün biraz daha ağırlaşarak, duyarsızlaşarak, kendimizden uzaklaşarak.
K24 / Aynur Kulak / 17 Mart 2022
“Beni temsil eden mavi noktaya bakıyorum.”
Hakan Bıçakcı’nın Silinmiş Sahneler romanı izlediği sahnelerin sakıncalı taraflarını sansürleyen bir kurgu operatörünün hayatının anlatıldığı olaylar silsilesinin içine davet ediyor bizleri. Bu çağın insanını, mücadelesini, huzursuzluğunu, rahatsızlığını şüpheci bir şekilde yansıtan bu isimsiz kahramanı iyi tanıyoruz. Çağdaş edebiyat içerisindeki yolculuğunun 20. yılında yolculuğuna yeni romanı Silinmiş Sahneler ile devam eden Hakan Bıçakcı ile konuştuk.
*
İlk romanınız yayınlanalı 20 yıl olmuş Hakan Bey. Toplamda, Silinmiş Sahneler ile birlikte 15 kitap. Edebiyat içerisindeki bu 20 yıllık yolculuk nasıl geçti?
Böyle söylenince bana da tuhaf geliyor. Bir yandan “nasıl geçti anlamadım” diyorum, bir yandan da ilk yola çıktığım zamanları bir önceki hayatımmış gibi hatırlıyorum. Kitaplar bir yana, sadece bu vesileyle tanıştığım insanlar için bile iyi ki çıkmışım bu yola diyorum.
Kitap sayısına gelince, “şu kadar zamanda bir kitap çıkmalı” gibi bir düşüncem olmadı hiç. Yani ne acele ettim ne özellikle ağırdan aldım. Herhangi bir takvime göre hareket etmedim. Her şey doğal akışı içinde gelişti.
Silinmiş Sahneler ile ilgili ilk olarak romanı size yazdıran sebepleri sormak istiyorum. Çıkış noktanız neydi?
Çıkış noktam sansürdü. Keyfi ve ikiyüzlü bir şekilde uygulanan, her geçen gün biraz daha absürd bir hal alan sansür olgusundan duyduğum rahatsızlık. Genelde çıkış noktam bir tür rahatsızlık olur zaten.
Sonra sinema okuyup yönetmen olma hayaliyle sektöre giren bir kurgu operatörünün, kendini birilerinin “sakıncalı” bulduğu sahneleri kesip buzlarken bulması fikri geldi. Geçinebilmek için kabul etmek zorunda kalıyor korkunç bulduğu bu işi. Tam bir “hayaller-gerçekler” durumu yani. Çağımıza uygun, çelişki yumağı, mutsuz bir karakter. Bu kadarı bir roman için yeterli malzeme olmadığı için bu fikir kenarda bekledi bir süre.
Ardından karakterin “tuhaflıklar”la karşılaşması ve bu arızalı durumu kendi içinde çözmeye çalışması akışı eklendi. Bu da zaten romanın omurgasını oluşturdu. “Sakıncalı” bulunan sahneleri filmlerden atarken gerçek hayatta karşısına çıkan, olmaması gereken sahneler. Karakterin bu tuhaflıklar karşısında donup kalması, görmezden gelmeyi ve üstüne gitmeyi denemesi üzerinden üç perdelik yapıyı oluşturdum diyebilirim özetle.
Romanın çok parçalı yapısı çağımızın günlük hayattaki akışının temsili şeklinde ilerliyor. Parçalı yapının bir kaynağı da kahramanın mesleği mi?
Parçalı yapı, mesleği montajcı olan, görüntü parçalarını sıralayıp birleştiren kahramanın merkezde olduğu bir roman için uygun oldu bence de. Şehir koşuşturmasının günlük hayatı bir tür parçalı kurgu gibi algılamamıza neden olması da bu tekniği kullanmam için ayrı bir etkendi. İnsan bazen geriye dönüp baktığında yaşadıklarının sırasını karıştırıyor.
Bu kurgu tercihi romanı yazarken beni en çok uğraştıran ama bir yandan da en eğlenceli bulduğum unsur oldu. Ayrıca bir oyun alanı da sağladı bu durum. Örneğin önce aile yemeğinde görüyoruz karakteri. Sonraki bölümde aile yemeğine giderken. Ve sanki yaşanıp bitmiş bir âna bir yerinden eklenmeye gitmekte olduğunu hissediyor karakter. Neler yaşanacağını önceden bildiğini söylüyor. Normalde de yapılabilecek bir tespite ekstra ironik bir hava katıyor bu da. Bu örnekte olduğu gibi, önceden planlamamış olduğum birçok ilginç imkân sundu bana bu karışık anlatma tekniği.
“Beni temsil eden mavi noktaya bakıyorum.” Romanı başlatan bu ilk cümleden yola çıkarak soracak olursam, bize kendi hikâyesinin temsilini anlatan kahramanımız nasıl biri?
İlk cümlede, telefon ekranındaki kendisini temsil eden mavi noktaya baktığını söylüyor karakter. Biz de ondan önce, onu temsil eden bu dijital işareti görmüş oluyoruz ilk başta. Romanın yabancılaşma üzerine olacağının ilk işareti sanki bu. Hemen sonrasında haritada olmayan bir süs havuzunu görüyor karşısında. Bu da başka bir işaret.
Kahraman tam bir güvenilmez anlatıcı. Kendimizi anlattıklarına gözümüz kapalı teslim edeceğimiz Tanrı-anlatıcılardan değil yani. Edebiyatta sevdiğim bir gelenektir güvenilmez anlatıcılar. Tüm roman karakterlerim de böyle oldu aslında ama Silinmiş Sahneler’in kahramanı o kadar güvenilmez ki, bırakın okurun onun aktardıklarından şüphe duymasını, bizzat karakter kendi zihninden şüphe ediyor. Kendi bile kendine inanmıyor yani.
Mekânsal anlatımlar da romanın zıtlıklardan beslenen, zaman kaymalarına ve bilinç yarılmalarına sebebiyet veren yapısını destekler nitelikte. Ne dersiniz?
Mekân tasvirlerinde her şeyin birbirine karıştığı, estetik bir erozyon görüyoruz. Bu, romanın arka planına yayılan bir anlayış. Karakter, adına şehir hayatı denen kaosun içinde savruluyor. Etrafındaki hiçbir yapı özenilerek, kendine has bir üslupla inşa edilmemiş. Hepsi el yordamıyla, tüm kişiliksizliğiyle, bir an önce müşteri çekmek için çatılmış. Üniversiteler dahil.
İsimsiz kahramanımız çağın tüm “ilişiksiz ilişkilerine rağmen” bir ilişkiye başlıyor. İlişkiler ve cinsellik; bu iki konu bu toplumun sahneye koyduğu hayatın en karanlık, en abartılı, en silinmiş, doğru bir şekilde bir türlü yaşanamayan meseleleri ve bu sebeplerden Silinmiş Sahneler’in de en önemli katman sahnelerini oluşturmuş desem, ne söylemek istersiniz?
Cinsellik silinmesi gereken kategorilerden sadece biri. Romandaki ilişki, karakterin hayatını kurtarıyor bir açıdan. Ayağı yere sağlam basan, dürüst ve çelişkisiz bir insan olan Esra’nın varlığı romanı ferahlatıyor, olumlu anlamda hafifletiyor. Karakterin tek başına olduğu anlar yeterince kasvetli ve gerçeküstü çünkü. İlişkinin başlangıcının bize dayatıldığı gibi “romantik” olmaması, ileride mutlu olmayacakları anlamına gelmiyor. Tabii tam tersi de geçerli.
Roman boyunca kitaplar, müzikler, filmlerle disiplinler arası bir akış sağlanıyor. Günümüzün değişimlerine de vurgu yapılırcasına sesli kitap dinliyor mesela kahramanımız ya da müzikte dijitalleşme ön plana çıkıyor. Tüm bunlar romana yayılmış ve hikâyeyi doğru yerlerden desteklemiş, hatta bir ritim yaratılmış…
Çok teşekkürler… Bunlar, yani bu diğer disiplinler kendiliğinden katılıyorlar anlatıya. Onlara yer vermek için özellikle bir gayretim olmuyor. Muhtemelen günlük hayatımda çok yer işgal etmeleri, karakterin algıda seçiciliğine de yansıyor. Tabii bu roman özelinde karakterin eski bir müzik yazarı olması, memlekette müzik dergisi kalmadığı için bu mesleğinin de buharlaşmış olması ayrıntısı var. Bu nedenle de müzik bu kadar çok radarına giriyor.
Silinmiş Sahneler’in belki de tamamını pandemi döneminde yazdınız sanırım. Nasıl bir dönemdi sizin için ve bu dönem edebiyata nasıl yansıyacak?
Aslında romanın fikri pandemiden önce aklımdaydı. Ana hatlarıyla da olsa… Salgının başı, evlere kapandığımız, sokağa çıkma kısıtlamalarının olduğu dönem benim için çok verimsizdi. Hayatım boyunca yazmak için en çok vaktimin olduğu ve hayatım boyunca en az yazdığım dönemdi. Donup kaldım adeta. Okuma ve izleme anlamında verimliydi ama üretme açısından tam tersi oldu. İlk şoku atlattıktan sonra, dünyanın dönmeye devam ettiğini görünce yavaş yavaş döndüm klavyenin başına. Bunlar benim yaşadıklarım tabii. Bu dönemin edebiyatı nasıl etkileyeceğini ise zaman gösterecek.