Hakan Bıçakcı - Otel Paranoya

Resimli Öykü, İletişim Yayınları

40 s, 2017

Otel Paranoya / Özet

Arka kapak yazısı:

“Klozete peruk atmak yasaktır.”

Tuhaf bir otel, zevksiz ve tenha, küflü odalar, kemiklere iyi gelen asansör havası, dumanı tüten çorbalar, ağrı kesiciler, yılan balıkları ve diğer müşteriler…

Hakan Bıçakcı’dan soğuk bir muamma hikâyesi. Otel Paranoya, belleksiz bir rasyonalitenin, kaybolmanın rüyası…

Berat Pekmezci, akıl tutulmasını, sıkıntının sınırlarını, delirmenin rehavetini ustalıkla resmediyor.

Otel Paranoya / Alıntılar

(Giriş bölümü)

Ne hoş bir yer, ne hoş bir yer…”

Eagles

Tuhaflıklar dördüncü gün başladı. Tuhaflıkların genel seyrinin aksine gündüz. Hatta sabah kahvaltısında. Her şey bununla kalsa manasız bir acayiplik olarak unutulup gitmeyi hak edecek türden bir vakaydı. Ancak devamında olup bitenlerle birlikte düşünüldüğünde, her şeyin başlangıcı olduğu ortadaydı.

I.

Bir hafta önce havanın ne güzel ne de kötü olduğu yarı parlak, gri bir sabah giriş yaptım otele. İlk dikkatimi çeken, içerinin havasızlığı oldu. Kahve tonlarında, ağır mobilyalarla döşenmiş, zevksiz denebilecek resepsiyondaki seyrek sarı saçlı, mavi gözlü, siyah gömlekli görevliyle selamlaştık. Boş oda vardı. Oda kalmayacak cinsten bir müessese değildi zaten. Ne yeri cazipti ne mimarisi ne başka bir şeyi. Civarında işi olmayanın işinin olmayacağı bir yer… Seyrek saçlı görevli eğilmiş anahtar ararken gözüm arkasındaki küçük televizyona kaydı. Sevimli bir köpeğin başrolde olduğu bir çocuk filmi vardı. Altın rengi, bakımlı köpek, ağzında gazeteyle bir yerlere koşturuyordu. Televizyonun hemen üstündeki rafta bir sürü kaset vardı. Yan yana, üst üste yığılmış müzik kasetleri… Resepsiyondaki doğrulup 603 numaralı anahtarı uzattı. Burnuma ağır, kötü bir koku geldi adamdan. Ufacık oteldeki oda numaramın üç haneli olmasına bir anlam veremedim. Belki de numaralar 600’den başlıyordu. Kocaman, siyah sırt çantamı omzuma takıp koridora yöneldim.

“Çantanızı unuttunuz beyefendi.”

Çantam omzumda değildi. Resepsiyon masasının önünde yerdeydi. Kocaman bir karaltı. Kafa kalmadı ki. Dalgınlığımdan dolayı acı çeker bir ifadeyle dönüp aldım. Resepsiyondakinin rahatsız edici, buz mavisi bakışlarını görmezden gelerek omzuma takıp dar ve aydınlatması yetersiz koridora yöneldim. Yerde sütlü kahve renginde, ince uzun, yıpranmış bir halı vardı. Duvarlar yarıya kadar ahşap kaplamaydı. Gerisi yeşille gri arası çirkin bir beton. Koyu renkli kapılar yan yana dizilmişti. 600, 601, 602 ve 603. Orta büyüklükte, küf kokulu bir oda. Çantamı iki kişilik yatağa sallayıp otelin bahçesine bakan gıcırtılı pencereyi açtım. İçerde pek eşya yoktu. Şöyle bir etrafa baktım: Yatak, iki başucu, dalgalarla boğuşan yelkenli resmi, ahşap set üzerinde küçük televizyon, daracık kapılı dolap, iki koltuk, sehpa, tuvalet kapısı.

Yan odadan konuşma sesleri geliyordu. Belli belirsiz. Konuşmalar bağrışmalara dönünce duvara yaklaşıp dinledim. Konusunu anlayamadığım bir kadın erkek kavgası. Birbirlerine hakaret yağdırıyorlardı. Seslerini bastırsın diye televizyonu açtım. Altın rengi, bakımlı köpek, ağzında gazeteyle bir yerlere koşturuyordu. Az önce resepsiyonda gördüğüm sahne. Ne daha öncesi ne daha sonrası… Bunu tuhaflık olarak kabul etmedim. Yataktaki çantamı açıp ağır ağır yerleşmeye başladım.