Resimli Öykü, Karakarga Yayınları
2019
İki Rüya Dokuz Gerçek / Özet
Arka kapak yazısı:
Hakan Bıçakcı’dan, ürpertici, naif, neşeli, hüzünlü ve beynimizi yerinden çıkarıp tekrar takan bir resimli novella.
Gerçekçi düşler ve düş gibi bulanık bir gerçeklik algısı birbirine karıştı. Kontrol, televizyon kumandalarından, platonik aşkın dirilttiği tesadüfi umudun eline geçti. Yetişkinliğin yıllar süren karanlığında zamanın nasıl geçtiği anlaşılamadı ve zihin aradaki boşluklara girebilmek için direksiyonu gizemli bir yola, kirli ucuz bir otele, terk edilmiş bir lunaparka kırdı. Dışarıda ısıtmayan bir güneş, ıslatmayan bir yağmur, üşütmeyen bir rüzgâr vardı…
İki Rüya Dokuz Gerçek / Eleştiriler
İki Rüya Dokuz Gerçek / Söyleşiler
Melis Mine Şener Avşar / Bilim ve Gelecek / Ekim 2019-10-12
Derdimizin sebebiyiz
İnsan mutsuz olduğunda mı fark eder hayatının tekdüze olduğunu? Bir çemberin içinde dönüp duran hamster misali, birbirinin benzeri günler geçirdiğini? Yıllardır sürüp giden bazı şeylerin aslında arzularımıza, hayallerimize, ümitlerimize uzak olduğunu anlayınca mı mutsuz oluruz yoksa?
Hayatının sıradanlığından yorulmuş başkahramanımız büyük metro altgeçitlerinin herhangi birinden geçmiş olanların kolaylıkla gözünde canlandıracağı bir yeraltı pasajında, televizyonlar için kumanda satan bir dükkan işletmektedir: Kumandan. Tekdüzeliğinden bunaldığı hayatına zaman zaman karakolda gönüllü teşhis ekibi üyesi olarak renk katar. Kendi kendine bu kez işlenen suçun muhtevası ya da suçlunun tipi hakkında çeşitli senaryolar üreterek, bazen de pasaj komşuları hakkında felaket hikâyeleri kurgulayarak beyin jimnastiği yapar. Bu eğlenceleri dışında rutin, hatta sıkıcı bir hayatı vardır. Bir gün lisedeki platonik aşkı Canan’la karşılaşması gördüğü rüyanın gerçekleştiğini sanmasına neden oluyor ve kimi zaman esrarengizleşen bir serüvene doğru sürükleniyor. Bir yerden sonra gördüğü rüyalar yüzünden yaptığı tercihler, rüyalarla gerçeklerin arasındaki çizgileri silmeye başlar.
Hakan Bıçakcı’nın yirmi yıla yaklaşan yazarlık geçmişinde roman, öykü, inceleme ve şimdi de novella olarak tanımlanan bu kitabıyla ondan fazla eseri mevcut. Bazı kitaplar okuduğumuz zamanın tam da öyle bir dönemimize denk gelmesinden mi bilinmez; bize daha karanlık, daha komik, daha hüzünlü ya da daha eğlenceli gelir. Bazen de yine öyle bir döneme denk gelmemesinden ötürü çok sevdiğimiz bir yazarın kitabının öncekilere göre daha az karanlık ya da daha az komik olduğunu düşünürüz. İki Rüya Dokuz Gerçek, işte o zamanımıza mı denk geliyor, yoksa yazarın zamanına mı denk geldi, okur olarak vereceğimiz bir karar. Seçtiği konuları genellikle hayatın karanlık, loş ya da mutsuz bölgelerine yerleştirerek yazmayı tercih eden Bıçakcı bu kitabında, belki de hikâyenin büyük bölümünün geçtiği lunapark yüzünden, bu kez o karanlığın en derinlerine davet etmiyor bizi. Tabii bu kitapta da insanın karşılaştığı o ikilemler, hayatın yoran yanları, yalnızlıklar, mutsuzluklar var. Fakat o “Apartman Boşluğu” karanlığında kaybolmuyoruz. Loş ve yabancı bir koridorda ışıkları açmadan ilerlerken duyduğumuz o tedirginliğe benzer bir duyguyla, kitabın içinde ilerliyor, hep bir kırılma anı bekliyoruz. Beklediğimiz kırılma, beklediğimiz şekilde gelmiyor belki ama bu hayal kırıklığı değil, aksine bir ferahlama yaratıyor. Rüyalar gerçeklere, gerçekler hayallere karışıyor.
Gerek yeraltı pasajındaki dükkânlar, gerekse lunaparka dair detaylar o kadar ayrıntılı anlatılmış ki tasvir edilen mekânlar çocukluğumuzda severek baktığımız, okuduğumuz üç boyutlu kitaplar gibi gözümüzün önünde yükseliveriyor. Eserin bir özelliği de, çizimlerle zenginleştirilmiş olması. M. Kutlukhan Perker ismi çizgi roman severlere tanıdık gelebilir. 2000’lerin başında Amerika’ya yerleşen Perker The New York Times’tan MAD’e kadar pek çok yayında çizgileriyle yer bulmuş, DC Comics / Vertigo’dan çıkan bazı çizgi romanlara imza atmış. Bu kitapta da kapaktan itibaren illüstrasyonlarıyla bizi kahramanla yüz yüze getiriyor. Çizimler olmasaydı belki biraz daha düşkün, bezgin hayal edebilirdik kahramanımızı. Onu hiç yadırgamadan benimsememiz çizgilerin yeterli olmasından mı, yoksa daha kapaktan hayal gücümüzü bir çizime bağlamasından mı? İllüstrasyon düşkünlerini bir yana bırakırsak, ilk seçenek ağır basıyor bence. Çizimler kitabın genelinde hissettiğimiz o aşinalık hissini artırıyor. Hangi romanını okursak okuyalım, esas oğlan ya da esas kız, ne işle meşgul veya nasıl bir çevrede yaşıyor olursa olsun, her zaman bir şekilde “bizim hikâyemizi” anlatan Bıçakcı’nın son karakteri de yine “biz” oluyoruz çizimlere bakınca. Kendi hayatımız kadar sıra dışı ya da kendi hayatımız kadar sıradan.
Kahramanın hikâyesinde bize göre neredeyse hiç önemi olmayan detaylar için bir ay öncesinden hazırlanıp, hayatımızın eksenini belirleyen olayları sanki bir başkasına aitmiş gibi uzaktan izlediğimiz zamanları görüyoruz. Bir yandan bizden bahseder gibi tanıdık, bir yandan da gerçek olamayacağını bildirecek kadar uzak olayları aynı karakterlere yaşatmak yazarın becerikli olduğu konulardan. Bir rüyanın peşine takılıp belirsizlik dolu bir yolculuğa çıkmanın yaşı olsa olsa on beştir çünkü. Ama diğer yandan bazen hepimiz her gün aynı işe gitmekten sıkılıp, “işi gücü bırakıp bir sahil kasabasına yerleşme hayali” kurarız. Tabii ki bu hayalin bütün detayları bellidir kafamızda, belirsizliğe yer olmaz hayallerde. Bıçakcı’nın sağlamcılıkla hayatın akışına kapılmışlık arasında gezinen kahramanı bazı noktalarda “ya ben olsaydım” sorusunu akla getiriyor. Yazar, bu kitabıyla bizi sınırlarımızın başladığı ve bittiği yerleri düşünmek için bir suyun kıyısına götürüyor. Gerçeklerimiz nerede başlar, nerede hayallerimize karışır, onlardan nerede ayrılır? Seçimlerimizin, daha doğrusu seçmediklerimizin ardında bizi bekleyenleri düşünmek de cesaret gerektiren bir eylemdir. İki Rüya Dokuz Gerçek yazarın sadık okurlarını şaşırtmıyor. Bıçakcı ile ilk kez tanışan okurları ise kişisel hesaplaşmalar içeren bir yolculuk bekliyor.
Doğu Yücel / Kitapsever Dergi – Mayıs 2019
BİR KUMANDACI ATLIKARINCADA
Hakan Bıçakcı yeni resimli novellası İki Rüya Dokuz Gerçek’te okuru bir yeraltı pasajından alıp bir atlıkarıncaya bindiriyor. Her an her şeyin olabileceği karanlık bir eğlence parkı burası. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacaksınız!
Sanat eserlerinin rüyalara veya rüyaların sanat eserlerine etkisi reddedilemez bir gerçektir. Edebiyat görsel bir sanat olmadığı halde bu etkiyi kelimelerin gücüyle yaratmayı başarmıştır. Hakan Bıçakcı tekinsiz romanları ve hınzır hikâyeleriyle bilinçaltımızı en çok besleyen kalemlerden biri. Şimdi Bıçakcı, M. K. Perker’in resimlerinin desteğiyle rüyalarımıza ve belki de daha çok kâbuslarımıza yeni malzemeler veriyor.
İki Rüya Dokuz Gerçek’te yine düşle gerçeğin arasında -her iki tarafa da tam manasıyla geçmeden- karanlık bir yeraltı pasajında geziyoruz. Kahramanımız babadan kalma dükkânında kumanda satan biri. Yazarın ifadesiyle “Pasajdan geçip giden için yapabileceği en iyi şey kumandaların arasında dikilip durmak olan bitkin, meraksız, hevessiz, fuzuli, cemiyet dışı bir mahlûk” o. Adı geçmiyor romanda ama birkaç yerde “Kumandan” diyorlar ona. Kumandan’ın etrafında bir uzay mekiğinin içindekinden daha fazla düğme var ama oradan bir yere kımıldaması imkânsız görünüyor. “Bütün gün kumandaların önünde nöbet tutmuş, gece boyunca televizyon karşısında oturmuştum ve sabaha yeniden ayağa dikilmek üzere yatağa geçmiştim. İnsan hayatı ayakta durmak, ortadan ikiye katlanarak oturmak veya uzanıp yatmaktan ibaretti. Bir dördüncüsü yoktu.” Fakat karakterimiz gördüğü bir rüyanın tetiklemesiyle “dördüncü türlü” bir hayat şekline geçiş yapıyor.
Kitapları İletişim’den yayımlanan Hakan Bıçakcı, bu kitaba özel olarak Karakarga Yayınları ile çalışmış. M.K. Perker’in çizimleri hikâyenin gözlerinizin önünde canlanmasına yardımcı oluyor. Pasajlarıyla, kafeleriyle, toplu ulaşımıyla, ajans dünyasıyla fonda yine metropol var. Bıçakcı’nın sevdiğimiz tüm trükleri karşımıza çıkıyor. Sevimli ve neşeli bir unsurun ardında saklanan çirkinlikle en çok eğlence parkı bölümünde karşılaşıyoruz. Kumandan, terk edilmiş lunaparktaki dev Miki Fare’ye bakarken bir anda maketin canlanırcasına hareket ettiğini fark ediyor. Tabii ki bunun hoş görünmeyen bir açıklaması var: “İçerde iri, koyu renk fareler kaynaşıyordu. Miki Fare’nin kafasının içi sıçanlarla doluydu.” Karakterin korkunç-komik gündüz düşleri de hikâyeye eşlik ediyor. Felaket senaryoları bölümü buna güzel bir örnek. Akvaryumdaki Japon balıklarının Japon turistleri yediği bir zihni ziyaret ediyoruz, yüzümüzde gaddar bir gülümsemeyle.
Aziz Nesin’in “Altı Bekçi Atlıkarınca’da” öyküsünün bahsi novellada sıkça geçiyor. Bu öykü, lunapark kapandıktan sonra tek başlarına salıncaklara binen ama bu eğlence aletini bir türlü durduramadıkları için rivayete göre çıldıran / ölen altı gece bekçisini anlatır. Aslında Bıçakcı, Nesin’in bu öyküsündeki ruh halini yansıtıyor. Bu defa bekçilerin değil, modern şehirlilerin acımtırak, trajikomik hikâyesine ortak oluyoruz. Önce sıradan hayattan kopuyoruz, eğleniyoruz, sonra gerçekle bağlarımız silikleşiyor. Hipnoz halkaları gibi farklı döngülerin sonunda yine asıl büyük döngünün parçası oluyoruz. O döngü hayatın ta kendisi. Biz de aslında kendi başlattığımız atlıkarıncada döne döne çıldıran insanlarız. Cebimizdeki kumandayla onu durdurabileceğimizi sansak da durmuyor lânet alet.
Eray Ak / Hürriyet Kitap Sanat / 31 Mayıs 2019
Düş ile gerçek ya da Hakan Bıçakcı gerçekliği
Hakan Bıçakcı’nın yazdıklarında dikkat çeken ilk unsur genelde gerçeklik algısıyla okuruna yaşattığı şaşkınlıklar olur. Fantastik diyebileceğimiz boyutları da vardır bu durumun ama Bıçakcı’nın gerçekdışılığı garip bir şekilde gerçeğe sıkı sıkıya bağlıdır ve yazdıklarını farklılaştıran, özgün kılan da tam olarak budur. Yakın zaman önce okur karşısına çıkan romanı ‘İki Rüya Dokuz Gerçek’te de bu özelliğinin altını çizmek isteyen bir metin koymuş ortaya Bıçakcı.
Klişe tabirle ‘düş ile gerçek arasında’ diye özetleyebiliriz ‘İki Rüya Dokuz Gerçek’in atmosferini. Fakat buradaki esas mesele Bıçakcı’nın düş ile gerçek arasındaki o ince çizgide seyrettiği yol. Gerçekçi düşleri yüzünden düş gibi bulanık bir gerçeklikte yaşayan kahramanı bu anlamda öne çıkıyor Bıçakcı’nın. ‘İki Rüya Dokuz Gerçek’in içinde de bu isimsiz kahramanın izinden yol alıyor okur.
Bu hayatta artık yalnız kalmış bir televizyon kumandası satıcısının hikâyesi Bıçakcı’nın kaleminden çıkan. Havasız ve renksiz bir pasajda olan “bir balkondan daha dar” dükkânında günlerini geçirip gitmektedir. Babasından kalan bir evde yaşayıp kira ödemediğinden hali vakti yerinde sayıyordur kendini ancak yaşadığı hayatın sıkıcılığının kokusu kilometrelerce öteden duyuluyordur. İsimsiz kahramanın tek renkli yanı ise gördüğü kâbuslar olarak dikkat çekiyor. Bu durgun yaşantısını değiştirecek şey de bir gece gördüğü kâbusun, ertesi gün yaşanacak sanması ve ortalığı ayağa kaldırdıktan sonra yaşadığı rezillik anında lisedeki platonik aşklarından birine rastlaması olacaktır. Fakat bu rastlantı da onu bir başka kâbusa itecek, o sıkıcı günlerin yerini korku dolu ve hareketli günler alacaktır.
TERS KÖŞE
‘İki Rüya Dokuz Gerçek’in kahramanının yaşadıklarına ‘korku dolu’ dendi az önce ama okura geçen duygu bu değil. Kendisi için korku dolu, evet ama okurlar, naif birinin başına gelen trajikomik ve akıl oyunlarıyla dolu macerası olarak ele alacak romanı.
Bıçakcı da tam olarak bunu yapmak istiyor aslında; yani ters köşe. Tüm roman, bir sonraki sayfada nasıl bir duyguya, nasıl bir dünyaya açılacağı merakıyla okunuyor. Hayatı ‘kumandacılık’ olan birinin kendi kumandasını bir başkasının peşinden gitmek için kenara bıraktığında olacakların düşüncesi de sayfaların çevrilme hızını artırdığı muhakkak.
Sonucunda gerçeküstü bir roman mı ya da gerçekçi bakış açısıyla kaleme alınmış fantastik bir kitap mı okuduğunuza siz karar verin. Hakan Bıçakcı gerçekliği içinde olduğunuzu unutmamanızı ise ısrarla salık veririm. Çünkü bu gerçeklikte ne gerçek bir düşten, ne düş gibi bir gerçekten ne de kesin bir gerçeklikten bahsetmek zor. O nedenle adını koymaktansa sayfalarda akıp giden dünyaya dahil olmak en iyisi.
Bu arada Hakan Bıçakcı’nın kalemine Kutlukhan Perker’in çizgilerinin eşlik ettiğini de eklemek gerek. Bıçakcı’nın bir sonraki sayfada kaleminden ne çıkacağını merak ettiğimiz gibi Perker’in çizimlerini de merak ediyoruz.
Birgün
Son kitabınız ‘İki Rüya Dokuz Gerçek’ Karakarga Yayınları’ndan çıkınca önce herkes İletişim Yayınları’ndan koptuğunuzu düşündü muhtemelen. Ama siz Twitter’dan açıklama yaparak soru işaretlerini silmiş oldunuz. Peki Karakarga Yayınları’na ‘konuk yazar’ olmak fikri nereden çıktı? İllüstrasyonların bunda bir etkisi oldu mu?
Evet, bu tek kitaplık özel bir çalışma. Çok eskiden beri beğenerek takip ettiğim Kutlukhan Perker’in çizimleriyle buluşacağı için böyle bir kolektif çalışmada yer almak istedim. Zaten Karakarga’nın epeydir sürdürdüğü bir seri bu resimli öyküler.
Hem Perker’in çizgilerini hem de seriden daha önce çıkan kitapları beğendiğim için teklif gelince mutlu oldum. Kafamda yarım kalmış, ilginç bir yerlere gidebileceğini hissettiğim bir öykü taslağı vardı. Onun üzerine gidebilirim diye düşündüm. Ve kendi yayınevimden izin alıp kolları sıvadım.
Yeraltı çarşılarındaki dükkanları hem ürkütücü hem de hikayelik bulmuşumdur her zaman. O yüzden romanda bu dükkanlardan birinde çalışan baş karakterinizle tanıştığıma çok memnun olduğumu söylemeliyim. Bu isimsiz kahramandan ve hikâyesinden bahsedelim mi biraz?
Bu pasajlar benim de hep ilgimi çekmiştir. Özellikle de orada satılanların alakasızlığı ve karmaşası. Yine de şimdiye kadar hiç konu etmemiştim. Kısmet bu öyküyeymiş.
Öykünün kahramanı böyle bir yeraltı pasajındaki “Kumandan” isimli küçücük bir kumandacıda çalışıyor. Fena halde rutin bir hayatı var. Ve bir gece gördüğü rüyayla başlayan zincirleme olaylar sonucu boğucu rutininden kopup tuhaf ve absürt bir yolculuğa çıkıyor.
Bir rüyanın peşinden sürüklenen ve hiç tahmin edemeyeceği olaylar zincirinin peşinden sürüklenen yalnız bir adamın öyküsü ‘İki Rüya Dokuz Gerçek.’ Şimdiye kadar yazdığınız roman ve öykülerinizdeki karakterlerle bir benzerliği var mı hiç?
Karakterden çok yapısı biraz farklı. Önceki yazdıklarıma göre daha olay örgüsü odaklı bir anlatı bu. Ve aksiyon dozu çok daha yüksek. Normalde karakterin kafasının içinde dönenlere yer veririm daha çok. Olaylardan çok atmosfer ön plandadır. Bu defa dışsal çatışmalarla ilerleyen bir akış var.
Rüya ile gerçeğin karışmasını da daha muğlak ele almayı tercih ederim genelde. Yani okur neyin rüya neyin gerçek olduğunu ayırt etmekte zorlanır. Bu defa rüya ve gerçek ayrımı çok net. Ama başka bir şekilde de olsa, yine rüyalar ve gerçekler karışıyor.
Özellikle eğlence parkındaki korku tünelinde kahkahalar attım. Kitap hem fantastik hem de komik bana kalırsa. Daha çok öykü tadından bir roman gibi sanki! Belki de çok eğlendiğimden daha uzun olmasını istedim ve alternatif sonlar ürettim. Yazarken kitabı sonlandıracağınız bölüme en başta mı yoksa akışta mı karar veriyorsunuz?
Sonlar en başta belli oluyor. Sonunu bilmeden başlayamam yazmaya. Hikâyenin sonunda hiçbir şey olmuyor aslında. Bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim çünkü bu özellikle verdiğim bir karar. Final odaklı kurguları sevmiyorum genel olarak. Sonunda hiçbir şey olmuyor ama arada epey bir şeyler oluyor. Önemli olan da bu aslında. Yani süreç.
“Öykü tadında roman” tanımına katılırım. Romandan çok uzun bir öykü olmaya daha yakın bence türü. Belki novella da denebilir.
Yine kitabınızdan yola çıkarak; çok rüya görür müsünüz? Ve bunun kaleminize yansıması olduğunu düşünüyor musunuz?
Benim öyle ilginç rüyalarım yok maalesef. Yazarken tasarlanmış metinler hepsi. Aslında buradaki rüyalar da o kadar ilginç değil. Karakterin yaşadıkları, rüyalarına göre çok daha sürreal. Bu da en başta verdiğim bir karardı. Kahraman öyle bir yolculuğa çıkıyor ki, rüyaları yaşadıklarının yanında sönük kalıyor.
Peki ya rüyalarla gerçekleri karıştırdığınız oldu mu, oluyor mu hiç?
Evet ama çok basit bir düzlemde. Hepimize olur ya, bir yakınımıza “Sen bana bunu demiş miydin yoksa rüyamda mı görmüştüm” diye sorarız. Daha komplike bir karışıklık, şizofreni seviyesinde hasarlı bir gerçeklik algım yok. Bildiğim kadarıyla.
Kitapta çok fazla kırmızı ve mavi ışık ifadeleri var. (Ya da bana öyle geldi.) Bunların özel bir anlamı var mı?
Salona vuran kırmızı ışığın şöyle bir anlamı var: Kırmızı ışıkta durup bekleyen biri gibi içerdeki kahraman. Duruyor. Sanki karşıya geçmeyi, hayatını değiştirecek hamleyi yapmayı bekliyor. Onun dışındakiler daha çok estetik tercihler. Anlatıya atmosfer katmak için eklenmiş görsel unsurlar diyebilirim.
Öykü ve roman kurgusu arasındaki farklılığı ele alırsak; öyküler için de bir kurgu hazırlar mısınız yoksa tamimiyle yazının akışına mı kapılırsınız? Yoksa siz kurguya pek de takılmayanlardan mısınız?
Ben kurguya fazlasıyla takılanlardanım. Ne anlatacağıma karar vermek işin yüzde beşi falan. Nasıl anlatacağım, nasıl kurgulayacağım aşaması hep daha önemli ve zorlu olmuştur benim için.
Öykü yazmanın romana göre daha zor olduğunu söyleyen yazarlara katılıyor musunuz?
İkisinin de kendine göre zorlukları var. Romanda bütünlük hissini korumak için özel bir çaba sarf etmek gerekiyor. Ayrıntılar çoğaldıkça işler karışmaya başlayabiliyor. Öykü ise daha soyut ve daha deneysel olmaya açık bence. Bu da kendine has ayrı zorluklar getiriyor yanında. Cortazar’ın dediği gibi “Roman puanla kazanır ama öykü nakavt etmek zorunda.”
“Türkiye’de roman daha çok okunuyor, daha çok tutuyor. Roman yaz” diye yazarları yönlendiren yayınevlerine hak vermek ne kadar mümkün? Aslında
bir yandan birçok öykü kitabı da raflarda yerini alıyor.
Bir zamanlar daha net bir ayrım vardı sanki bu konuda. Ancak günümüzde ayrımın bu kadar keskin olmadığını düşünüyorum. Hâlâ roman okuru daha çok olabilir ama dramatik bir fark yok sanki artık. İlgi gören yazarların öykü kitapları da romanları kadar okunuyor. Zaten mantıklısı da bu.
Sizin çizgi romanlara ilginiz olduğunu biliyorum. Resimli Novella türü de Türkiye’deki yayınevlerinden pek çıkmayan bir tür. M.K Perker’in yayın yönetmenliğindeki Karakarga, bu türe en yakın duranlardan. Bundan böyle, sizin kitaplarınız için konuşuyorum, devamı gelir mi dersiniz?
Evet çizgi roman çok sevdiğim bir tür. Ve Karakarga bu alandaki önemli bir boşluğu dolduruyor. Ancak şimdilik ufukta bir devam kitabı yok.
(…)
Çünkü bana kalırsa hem hikayelerinizin hem de romanlarınızın dili çizimli anlatımlara çok uygun. Bir yandan fantastik imgeler ortaya koyarken bir yandan da hayalgücünü besliyorsunuz. Ne dersiniz?
Görme odaklı bir dil kullandığımı düşünüyorum ben de. Sinematografik de denebilir. Tabii bu bana özel bir durum değil. Edebiyat “anlatma tarzı”ndan “gösterme tarzı”na kaymış durumda epeydir. Bu dönüşümde sinemanın payı büyük kuşkusuz.
Ferhan Şensoy bir söyleşi sırasında Haldun Taner’in yazarlığı tanımlamasından bahsederken yazarın da her gün dükkanın kepengini kaldırıp yazması gerektiğini, bunun da bir meslek olduğunu, her gün kendisinin 20 sayfa kadar yazdığını ama öyle ama böyle ille de yazdığını söylemişti. Siz de yazarlığı ‘meslek’ olarak görüp her gün bir şeyler karalıyor musunuz? Böyle bir disiplininiz var mı?
Tabii ki, bu disiplin işi. Bir tür memuriyet. Bitmeyen bir ev ödevi. Dizi ve filmlerdeki romantik yazar temsillerini seyretmesi çok daha zevkli ama gerçek böyle değil. Rutin ve emek asıl olan. İlham perisi falan hikâye.
Şu aralar en çok kimleri okuyor ya da takip ediyorsunuz?
Çok karışık bir okuma zevkim var. Bir sürü şeyi aynı anda okuyorum. Roman, öykü, oyun, inceleme, sosyoloji, sinema kitapları, çizgi roman. Eskileri ve yenileri de bir arada okuyorum. Yeni çıkanlar arasından önerebileceğim ise Pınar Öğünç’ün öykü kitabı Beterotu.
Geçtiğimiz günlerde korku ve gerilim temalı kısa filmler seçkisi ‘Keşfetmenin Keyfi’ isimli bir projede yer aldınız. Nasıl geçti? Neler konuştunuz?
Çok güzel geçti. Fil’m Hafızası yıllardır beğenerek takip ettiğim, faydalanıp bilgi aldığım bir sinema platformu. Ara sıra buluşmalar da düzenliyorlar. Bu seferkinin konuğu bendim. Birlikte çok iyi kısa filmler izledik. Ardından da sinema, edebiyat, kurmaca ve korku türü üzerine sohbet ettik.
Yakın zamanda başka bir kitap ya da proje var mı?
Sıradaki öykü kitabı olacak. Bu sene bitmeden çıkar umuyorum. İletişim’den.
Habertürk Söyleşi / Kürşad Oğuz
Epigraf Dostoyevski ile. “Bir yaşamöyküm olduğunu kim söyledi size?” Yine de o, insanı anlattığı yaşamöyküleriyle büyük yazar oldu. Siz de bu romanda olduğu gibi basit, sıradan yaşamöykülerinden eserler çıkarma peşinde misiniz?
Sanırım öyle. “Sıradan birini seçeyim,” diye özellikle düşünmüyorum aslında. Zaten ilgimi çekenler, kendimi yakın hissettiklerim böyle karakterler oluyor. Son derece sıradan insanlar ve fazlasıyla bildik durumlar üzerinden absürt, fantastik hatta sürreal anlara uzanmaya çalışıyorum. Bu sevdiğim bir denge. Kendiliğinden ilginç olan karakterler ve durumlar fazla tasarlanmış duruyor sanki.
Borges, “Ya seni de bir başkası düşlemeseydi” diye sorar. Kahramanımız da düşlerinin peşinde bir gerçek hayat kurgulamaya mı çalışıyor? Yani rüyalar gerçeği mi tamamlıyor?
Kafanın içinde dönenlerle dışında olup bitenleri, rüyalarla gerçekleri karıştırmak takıntılı konularımdan. Ancak bu defa konuya farklı yaklaştım. Rüyanın nerede bittiği, gerçeğin nerede başladığı önceki yazdıklarımdaki gibi muğlak değil, bu defa sınırlar son derece net. Ancak yine de bir şekilde karışıyorlar. Karakter rüyasında gördüklerinin ve gerçekte yaşadıklarının birbirini etkilemesiyle bir yolculuğa çıkıyor. Gördüğü rüyalardan biri veya yaşadıklarından biri denklemden çıksa akış bozuluyor.
“Rüyalarınız gerçek olacak” kahramanın da söylediği gibi hep olumlu algılanan bir cümle. Biraz da bunun tersini mi göstermek istediniz?
Evet “Rüyalarınız gerçek olacak” veya “Rüya gibi…” klişeleşmiş olumlu söylemler. Ama bunu söyleyenler rüyalarımızı bilmeden, ezbere konuşuyorlar. Dolayısıyla her an aleyhimize dönebilecek zehirli bir temenni bu. Kahramanımız, etrafımızı saran ve bir süre sonra duyarsızlaşıp anlamını düşünmediğimiz bu boş laflar konusunda duyarlı.
Ve Eğlence parkı tanıtımında, “Zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız” söyleri… Bunda özenecek ne var diyor kahramanımız. Zaman, geçerken anlaşılmaması gereken bir şey mi hakikaten? Ve siz biraz da bu kalıpları mı sorgulamak istediniz?
İşte bir diğer boş laf. “Zamanın nasıl geçtiğini anlamamak” da aynı klişe ailesinden bir tür eğlenme, iyi vakit geçirme söylemi. Bu kalıplaşmış cümleler biraz eşelenince altından hüzünlü anlamlar çıkmaya başlıyor. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamak hiç de eğlenceli değil, aksine epey acıklı.
“Sevgisizlik epey karmaşık bir durumdu benim için. Barışık olup olmadığımı kesinlikle tahlil edemediğim bir mevzu.” 35 yaşına gelmiş, platonikler dışında sevgisiz/sevgilisiz yaşamış bir kahraman… Böyle gider mi sizce?
Son dönemde genç ve İstanbul dışından yazan yazarlar bir tür taşra yalnızlığı üzerine yoğunlaşıyor. Sizin romandan anladığım, İstanbul’da da bu yalnızlık çok da farklı yaşanmıyor. Kent-taşra çok da farklı değil gibi. Öyle mi?
Yalnızlık evrensel ve zamansız bir ruh hali tabii asla taşraya özgü değil. Ancak kendine yabancılaşma hali kent insanı için daha baskın sanıyorum. Robot uyumluluğuyla hareket etme, bir kapalı devrenin içine hapsolma, çarkların arasına sıkışma durumu şehirde daha baskın.
O altgeçitte yavaş yavaş biten bir dönemin sembol eşyaları satılıyor gibi. Kumanda, Rambo bıçağı, japon balıkları, DVD… Biraz da geçmişe özlem gibi. Geçidin sonunda bambaşka bir dünya kurulmadı mı artık?
Modası geçen, yeryüzündeki vitrinlerden kalkan nesneler bu alt geçitte toplanıyor. Kahramanımız da sanki böyle biri. Canlı canlı bu yeraltı pasajına gömülmüş gibi. Geçmişe özlemden çok bu paralellik üzerinde durdum.
Ve son sözleriniz?…
Zihinsel alandan çok eylemler üzerinden ilerleyen, önceki yazdıklarıma göre olay örgüsü daha baskın ve aksiyon dozu çok daha yüksek bir deneme oldu İki Rüya Dokuz Gerçek. Çok sevdiğim “Arkadaş ben bu noktaya nasıl geldim?” ekolünden bir hikâye olmasına çalıştım. Edebiyattan Alice Harikalar Diyarında’yı, sinemadan After Hours’u örnek olarak verebilirim bu ekole.
Kafasınagöre Dergi / Göksel Sözer
Yazmak kazanılabilir bir yetenek
Hakan Bıçakcı. Okuduğu romanlar ve izlediği filmlerden beslenen bir yazar. İlk romanı Romantik Korku ile tanışmamızın üzerinden 17 yıl geçti. O zamandan bu yana 7 roman ve pek çok hikayeye imza atan yazar, fantastik türünün aranan isimlerden biri oldu. Pek çok dile çevrilen kitapları bulunan Bıçakcı, halen çeşitli dergi ve gazetelerde edebiyat, sinema ve popüler kültüre ilişkin yazılar yazıyor. İki Rüya Dokuz Gerçek ise yazarın son eseri.
Yazma yeteneğini nasıl keşfettiğini sorarak başlıyoruz sohbetimize.
Böyle bir keşif anı olmadı aslında. Kafamda dönüp duranları en iyi şekilde ifade etmek, en çarpıcı biçimde kâğıda dökmek için uğraşarak başladım yazmaya. Beni yazmaya iten şeyse muhtemelen okuduğum kitaplar ve izlediğim filmler diyebilirim. Destek anlamında yalnızdım. Çünkü kimse ne yazdığımı bilmiyordu. Aslında ben de tam olarak ne yaptığımı bilmiyordum. Doğrudan örnek aldığım birileri olmadı. Okuduğum yazarlar ve filmlerine hayran olduğum yönetmenler oldu sanırım hem örnek aldıklarım hem de beni destekleyenler.
Hakan Bıçakcı da ‘’ilham’’a inanmayanlardan.
Gerçekte oturup yazmak var. Düşünmek, tasarlamak, çalışmak var. İlham diye bir şey yok. Onun yerine algıda seçicilik ve bir şeylerin üzerine gitmenin getirdiği odaklanma duygusu var. Mutlaka her gün mesai harcamak gerekli diyemem ama bence bir rutin gerekiyor yazmak için. Her yazar kendi rutinlerini oluşturuyor. Bu illa yazma anıyla sınırlı değil. Mesela iş çıkışı hep aynı trafikte, yazılacakların düşünülmesi de bu rutinin bir parçası olabilir. Genel akışı belirlemiş oluyorum yazmaya başlamadan önce. Başı, sonu, ortası belli oluyor. Ancak yazarken işler değişebiliyor. Ne yazacağıma karar vermiş olmam yazmaya başlamak açısından önemli. Yoksa yazarken aynısını yazacağımın bir garantisi yok.
Yazdıklarını ilk eşi okusa da, Bıçakcı anlatmayı tercih ediyor.
Yazdıklarımı ilk eşime okuturum. Aynı zamanda çevirmen ve editör olduğu için. Ancak genel olarak yazdıklarımı pek okutmam. İnsanlara iş çıkaracakmışım gibi gelir ama zevkine güvendiğim arkadaşlarıma anlatırım. Anlatmayı okutmaya tercih ediyorum sanırım o aşamada.
Yeni kitabı ‘’İki Rüya Dokuz Gerçek’’, tesadüflerin insanları maceralara sürüklediği, rüya ve gerçeğin yine iç içe olduğu, iyi kurgulanmış bir roman. Hikayesinden biraz bahsetmesini istiyoruz.
Bir yeraltı pasajında televizyon kumandası satan kendi halinde, yalnız bir adam var merkezde. Gördüğü rüyalarla yaşadığı olayların birbirini etkilemesiyle tuhaf ve absürt bir yolculuğa çıkıyor. Daha önce yazdıklarıma göre epey olay örgüsü odaklı, aksiyon dozu yüksek bir deneme oldu. Kitabın tamamı kurgu. Tabii ki çevremden bazı etkiler olabilir ama hiçbiri doğrudan değil. Tesadüfler hayatta ilginçtir ama kurmacada tehlikeli bir konu tesadüf. Anlatıyı basitleştirme, yapaylaştırma tehlikesi var. İki Rüya Dokuz Gerçek’te bol tesadüf çıkıyor karşımıza ama bunlar karakteri masallardaki gibi anlamlı bir yere götürmüyor veya karakteri dönüştürmüyor. Yani işe yarar tesadüfler değil çoğu. “Ben bu noktaya, ne ara, nasıl geldim?” duygusu olan hikâyeleri seviyorum. Burada da böyle bir deneme yaptım sayılır. Sinemadan After Hours, Eyes Wide Shut gibi filmleri, edebiyattan da Alice Harikalar Diyarında’yı referans verebilirim bu konuda.
Romandaki illüstrasyonlar ise dikkat çekici.
İllüstrasyonların katkısı çok kişisel bir boyut. Herkes için farklı bir katkısı olacaktır diye tahmin ediyorum. Şahsen Kutlukhan Perker’in çizimlerini çok beğeniyorum.
Basıldıktan sonra bir yerini değiştirmek istediği kitabının olup olmadığını soruyoruz.
Değiştirmek istediğim bir kitabım olmadı ama kitaplar yayımlandıktan sonra da onlarla ilgili konular, durumlar gelmeye devam ediyor aklıma. Şunu şu romana eklemesem çok iyi olurmuş gibi. Ama artık geçmiş olsun diye düşünüyorum.
Anılmak istediği işi yapıp yapmadığına dair ise Bıçakcı, bakın ne diyor.
Bu çok düşündüğüm bir konu değil. Her kitapta onu en iyi şekilde yazmayı düşünüyorum sadece.
Kitaplarının fantastik türünde olduğunu belirten yazar, farklı bir tarz denemeye elinin şimdilik gitmediğini söylüyor.
Türler de pek kafa yormadığım bir konu. Yani sevdiğim ve araştırdığım, üzerine de düşündüğüm bir konu ama yazarken pek kafa yormuyorum. Yazdıklarım için belirsizliklerle dolu, net sonuçlar ve açıklamalar içermeyen fantastik türde diyebilirim. Okur ve izleyici olarak çok farklı türlerden zevk alsam da yazarken elim benzer yerlere gidiyor. Bazen farklı bir şeyler denemek geçiyor aklımdan ama sonra içime sinmiyor. Belki ilerde işler değişir ama bilemiyorum.
Bizlerle yeni projesini de paylaşıyor.
Sırada bir öykü kitabı olacak. Yıl sonuna doğru İletişim Yayınları’ndan çıkacağını tahmin ediyorum. Sinema projeleri sürekli oluyor ama bütçe fon vs. derken hayata geçme ihtimalleri epey düşük oluyor. En son Ramin Matin’le birlikte bir senaryo yazdık. Böyle bir film olabilir sırada.
Favori kitapları ise değişken yazarın.
Sürekli değişiyor kafamda. Dönemden döneme farklılaşan bir liste yani. Şu an içimden bu üçü geldi: Dava, Kafka
Körleşme, Elias Canetti
Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Ahmet Hamdi Tanpınar
Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü mezunu olan Bıçakcı, yazmanın kazanılabilir bir yetenek olduğunu vurguluyor.
Atölyelerde kurmaca üzerine konuşmayı, kafa yormaya seven insanlarla bir araya gelip teorik ve pratik örnekler üzerinden tartışıyoruz. Atölyeler yazar olmaktan çok, iyi bir okur olmak açısından önemli bence. Yazmak tabii ki kazanılabilir bir yetenek. Tüm güzel sanatlar dalları gibi. Öyle olmasaydı güzel sanatlar fakülteleri de olmazdı.
2010’da Newsweek Türkiye tarafından ’’40 yaş altı en iyi 20 yazar’’ listesine giren Bıçakcı’nın, yeni yazmaya başlayanlara tavsiyesi var.
Biraz klişe olacak ama okumak ve izlemek. Ve illa büyük eserleri okumak, önemli filmleri izlemek değil. Bazen çok daha yüzeysel hikâyelerden de esinlenilebiliyor.
Yaratma sürecinde beklemek yerine çalışmanın önemine işaret eden yazarın, ‘’Ben Tek Siz Hepiniz’’, ‘’Hikayede Büyük Boşluklar Var’’ ve ‘’Otel Paranoya’’ hikaye kitapları serisine eklenecek ve yıl sonundan önce yayımlanacak yeni kitabını sabırsızlıkla bekliyoruz.