Hakan Bıçakcı - Uyku Sersemi

Roman, İletişim Yayınları

180 s, 2017

Uyku Sersemi / Özet

Arka kapak yazısı:

Kanser gibi büyüyen, başkalaşan şehir ve o şehir hakkında kitap hazırlamak isteyen genç bir editör. Daha dün “burada” olan ve hepsi birer hatıraya dönüşen evler, sokaklar, kitapçılar. Dipten gelen inşaat uğultusu… Günbegün gerçeklik algısını yitiren, çevresini, sesini ve en sonunda yüzünü tanıyamayan bir Kahraman…

Hakan Bıçakcı, kaybolan maziyi, vinçleri, kamyonları, sahte ay ışığını, uykusuzluğu, kötü rüyaları anlatıyor. Görünmez elin hırsla yırttığı sayfalar…

Uyku Sersemi, kayıp bir şehir rehberi. Bir yıkım günlüğü.

Uyku Sersemi / Alıntılar

(Giriş bölümü)

Gözler kapalı. Yok gibi. Suratta yarı huzurlu, yarı gergin bir ifade. Vücut dört yana dağılmış. Kol bir tarafta, bacak bir tarafta. Bir yanıyla son derece sıradan, tipik uyku manzarası. Bir yanıyla tedirginlik veren, rahatsız edici derecede yabani bir görüntü.

Kalın perdeden sızmaya çabalayan güçlü ışıkla parçalı aydınlanmış oda. Hem gece hem gündüz. Ne saat belli ne mevsim. Başucunda simsiyah telefon. Az sonra alarmı çalacak olan. Birkaç yıl önce tüm modeller incelendikten sonra beğenilip fiyatı sorulmuş, taksitle alınmış. Tamamen ayrı iki dünya. Ekranında küçük bir çatlak olan telefonun tuhaf bir melodiyle bölmek üzere olduğu uyku alemiyle, telefonun satıldığı mağazanın bulunduğu yeryüzü. Alarmın birkaç dakika sonra kıyameti kopararak alelacele birleştireceği, şimdilik apayrı iki bölge.

  1. Mutlu son

Ve aramızda uzun zamandır

Yüzünü görmediklerimiz!

Rıfat Ilgaz, İçelim

Geç kalma duygusuyla uyandım. Annemin evindeki misafir odasında. Başucumdaki telefona endişe içinde uzandım. Endişelenecek bir durum yoktu. Alarmın çalmasına birkaç dakika vardı. Çalamadan kapattım. Tek isteğim uykuya geri dönmekti. Kısa bir süre yarı açık gözlerle günü içeri salmamak için direnen, içten içe aydınlanmış kalın perdeyi seyrettikten sonra toplantıyı hatırladım. Geç kalamazdım. Yataktan kalkmak, yüzümü yıkamak, annemi uyandırmadan sessizce giyinip evden çıkmak, yoldan aldığım poğaçayı kemirerek metro istasyonuna yürümek, turnikeden geçmek, treni beklemek sırasıyla gözümde büyüdü. Kendimi bir anda metroda bulsam ne olurdu sanki? Giyinmiş ve içimi oyan açlıktan kurtulmuş halde. Üşengeçlik üzerime toprak toprak uyku atarak beni misafir odasının rahat yatağına gömmeye başlamıştı. Gece annemde kalacağıma evime dönmüş olsaydım, yarım saat daha uyurdum. Geceki üşengeçliğimin bedelini, sabahki üşengeçliğim ödüyordu. Yine çok az uyuyabilmiştim ama kalkmam lazımdı. Yataktan dışarı ilk adımı atabilsem, gerisi gelirdi. Yataktan dışarı ilk adımı attım.  

Metro durmak üzere hız kesti. Tünelin zifiri karanlığından, istasyonun beyaz ötesi aydınlığına çıktık. Durakta bekleyen kalabalığın önünden gittikçe yavaşlayarak geçiyorduk. Sanki biz duruyorduk, onlar geçiyordu. Hayalet sürüleri. Tünelin karanlığına doğru uçan. Bekleyen insanların yüzleri açık pembe et parçaları gibi görünüyordu. Hayal meyal seçilen soluk bakışlar, trenin yavaşlamasıyla belirginleşmeye başladı. Ve trenin durmasıyla herkesin suratına net bir ifade yapıştı. Şamar gibi. Tek bir ifade açıkta kaldı: O anda göremediğim kendiminki. Kapı açıldı.

Yürüyen merdiven bozuktu. Her an hareketlenecekmiş gibi sabit, metal basamakları tırmanmaya başladım. Sanki kafamın tam üstünde bir mıknatıs vardı. Metro istasyonundan dışarı çıkınca ciğerlerime dolan kirli havayla kendime geldim. Benim yüzüme de net bir ifade yapışıverdi. Sokakta gezinmelik, mevsime uygun, alelâde bir ifade. İstiklal Caddesi’nin Tünel tarafından çıkıp Galatasaray’a doğru yürümeye başladım. Benim dışımda kimsenin acelesinin olmadığı o sevimsiz günlerdendi. Yeryüzü benden ve asap bozucu telaşımdan bir kurtulsa rahat edecekti. Hava fena halde bunaltıcıydı. Babaannemin “Şeytan sıcağı” dediği türden. Uyuşmuş insanların ağır çekim hareketlerinin arasından sıyrılarak ilerlemeye başladım.

Yayınevinin sokağının girişinde kocaman şeffaf kalkanlarıyla bekleyen bir polis grubu vardı. Sokağın köşesindeki sarı siyah tezgâhtan midye dolma alıp içine limon sıkan gençler, parlak kabukları polislerin ayaklarının dibinde duran plastik çöp kutusuna atıyorlardı. Saat çok erkendi. Hem polislerin birikmeye başlaması için hem de midye dolma için. Giriş kapalı olduğundan mecburen devam ettim. Hiç kullanmadığım, ilerdeki sokaktan saptım. Arkadan dolaşmak niyetiyle. Ancak bu civardaki birbirine aşırı benzeyen, daracık arka sokakları bilmediğimden kısa sürede yolumu kaybettim.

Yayınevine varacağını planladığım döngüyü tamamladığımda başka bir yere çıkmıştım. Geri dönüp farklı bir güzergâh çizdim. O da alâkasız bir yere attı beni. Ömrümü geçirdiğim semtte kaybolmak sinirlerimi altüst etmişti sabah sabah. Evin içinde kaybolmak kadar acayip bir his. Etraftaki insanlara sormayı kendime yediremedim. Toplantı saati yaklaşıyordu. Birkaç başarısız manevradan sonra manava yanaşıp sordum.  

Yayınevine vardığımda ter ve sinir içindeydim. Ensem kaskatıydı. Ne zaman görsem yoğun ve endişeli olan kadın karşıladı beni. Adını bilmiyordum. Yüzünde güzelliğini gölgeleyen bir hırs, karşısındakine asla geçmeyen bir mutluluk vardı her zaman. Abartılı bir gülümseme. Gülmeyi bıraktığı an ağlamaya başlayacakmış gibi. Bu defa öylesine abartılıydı ki, dişlerinin devamındaki iskeleti görür gibi oldum. İskeletinin kocaman, ağlamaklı sırıtışını. Eski saçını, peruk olarak tepesine iliştirmiş kurukafayı.

Selamlaştıktan sonra biraz beklememi istedi. Kaybolmama rağmen on dakika erken gelmiştim zaten. Sırt çantamı yere bırakarak dağınıklığın bir köşesine geçip oturdum. Odada onun telaşından başka şey yoktu. Gözünü ekranından ayırmadığı telefonu elindeydi hep. Kendi kendini idare ettiği bir uzaktan kumanda gibi. Bir sağa, bir sola. Bir ileri, bir geri. Ani ve keskin dönüşlerle. Gülümsemeye asla ara vermeden. Mesainin ortasında ağlamaya başlaması hoş olmazdı. Birkaç telefon konuşması yaptı. Bilgisayarın başına oturup oturup kalktı. Birkaç kez içeri gidip geri geldi. Sonra yanıma gelip beni beklediklerini söyledi.   

Yayın yönetmeninin odasına geçtim. Yayıncılıktan, edebiyattan gerçekten anlayan, rahat, eğlenceli bir kadındı. Kendi halinde gibi görünmesine rağmen kendine has bir havası vardı. Selamlaştık. Yazdığı e-postayı yollayıp hemen yanıma geleceğini söyledi. Odanın köşesindeki yuvarlak masaya geçtim. Duvarlar kitaplarla, masalar kitap dosyalarıyla doluydu. Ara sıra kendi reklamını yapan internet radyosunun sesi kısıktı. Nakarat girince çalan şarkıyı tanıdım: Dire Straits’ten Calling Elvis. Şarkının çocuk trenine benzeyen ritmini dinleyerek bekledim.

Birkaç dakika sonra biri kirli sakallı, diğeri saçı sakalı birbirine karışmış iki editör de bize katıldı. Kahveler geldi. Turuncu fincan bana denk geldi. Günün ilk kahvesi. Yanmayacağım kadar büyük bir yudum aldım. Kısa bir hatır sorma seansından sonra asıl konuya geçtik. Sol gözümdeki rahatsız edici kasılma dışında her şey yolundaydı. Acaba dışarıdan belli oluyor muydu?