Roman, İletişim Yayınları
176 s, 2010
Karanlık Oda / Özet
Roman karakteri İstanbul’da yalnız yaşayan bir fotoğrafçıdır. Bir gün omzunda bir çürük gözüne çarpar. Mosmor bir iz… İzler çoğalmaya ve tüm bedenine yayılmaya başlayınca doktora gider ve bunların kendi diş izleri olduğunu öğrenir. Karşımızda kendini yiyip bitiren ve düşüncelerinin okunduğundan şüphelenen takıntılı bir sanatçı var.
Roman, İstanbul’da tek başına yaşayan genç bir adamın bir gece belediye otobüsünde uyuyakalmasıyla başlar. Son durakta şoför tarafından uyandırılır. Tuhaf, her şeyiyle kendine yabancı bir mahallede… O gece mecburen orada kalır. Düzenli hayatına döndüğündeyse hiçbir şey eskisi gibi devam etmez.
Çünkü ertesi gün omzunda bir ize rastlar. Bir morluk… Ve bu izler çoğalmaya başlar. Tüm vücuduna yayılır. İzlerin tek sorumlusunun kendisi olduğunu öğrenince hayatı kâbusa döner. Geçmişiyle, yaşamakta olduğu an bir takım ortak ayrıntılarla ve kişilerle beslenerek birbirine karışmaya başlar. Düşüncelerinin okunmakta olduğuna dair saplantılarla ve ilk “kişisel” sergisi için konu bulamama sıkıntısıyla varlığı delik deşik bir hal alır.
Roman kahramanı önemli bir fotoğraf sanatçısı olma hayaliyle yaşamaktadır. Ancak kahredici bir alışveriş merkezindeki küçük stüdyosunda vesikalık fotoğraf çekerek geçmektedir günleri. Ara sıra da önemsiz karma sergilere birkaç fotoğrafıyla katılır. Bir tür paralel hayat gibi okuduğumuz geçmişindeyse, hayali İstanbul’da bir fotoğraf stüdyosu açmak olan ancak köhne bir otelin balo salonunda düğün fotoğrafçılığı yapan daha genç bir adam vardır. Otelin “personel” odasına tıkılmış gençliği hep orada kalmaktan, oradan kurtulmuş olan haliyse yaşadığı hayatın içinden çıkamamaktan korkar.
Bir insanın hayatını okumaktan çok arzu ettiği, yaşamakta olduğu ve kaçındığı hayatları zihninde birbirine karıştıran bir adamın kimlik bunalımına ve paranoyalarına tanık oluruz. “Karanlık Oda” hem üretmenin mekânı hem de üretememe korkusunun metaforu olarak roman kahramanın etrafını yavaş yavaş sarar.
Çoğalmaya devam eden izlerin sırrını çözmek için her şeyin orada başladığını düşündüğü mahalleye gitmeye karar verir. Nasıl gidileceğini biliyordur. Aynı otobüse binip uyuyakalarak…
- Selfie Dedektifi
- Bana Bayan Deme
- Jüri Özel Uykusu
Karanlık Oda / Alıntılar
Sf. 11 (Giriş)
Uyuyakalmışım. Omzuma batan parmakların düzenli aralıklarla beynime sıçrattığı kanla kendime geldim. Soğuk bir karanlık… Rahatsız bir koltuk… Ağrıyan bir bel… Tutulmuş bir boyun… Kupkuru bir ağız… Sızlayan bir elmacık kemiği… Boğucu bir hava… Telaşla birleşerek içine uyandırıldığım uyduruk an’ı oluşturuverdi. Parçalar yanlış noktalardan bağlanmıştı. Hatalı kaynayan kemikler gibi… Yanağımı camın soğuk yüzeyinden yırtarcasına ayırdım. İçimin titremesine engel olmak için tişörtümü pantolonumun içine tıkıştırıp hırkamın fermuarını hızla çektim. Fermuarın sesi iki kulağımın arasından minyatür bir yarış otomobili gibi geçti. Tepemde dikilen karaltı hareketlendiğimi görünce dürtmeyi kesti.
“Arkadaş son durağa geldik. Aracı park yerine çekeceğim artık buradan.”
Parmak uçlarının hissi sağ omzumda, camın soğuğu sol yanağımdaydı hâlâ. Yüzüne bakmadan ayağa kalktım. Göz ucuyla koyu mavi gömleğinin bir kısmını görmüştüm sadece. Bürokrasi mavisi… Her yerim tutulmuştu. Özellikle boynum… Sırt çantamı bulamayınca bir an için korkudan kaskatı kesildim. Sonra ayağımın dibinde iki büklüm durduğunu fark edince rahatladım. Tek sapından yakaladığım gibi omzuma geçirdim. Gözlerim yaşararak uzun uzun esnedim. Otobüste olduğuma uyanmıştım ama otobüsün nerede olduğunu bilmiyordum. Yine de inmiş olmam gereken duraktan fazlasıyla uzaklaşmış olduğumu hissediyordum. Çalar saati duymayıp mesai başlangıcından saatler sonra uyanmış bir memur gibi… Kahredici bir dinlenmişlik hissi…
Dışarısı simsiyahtı. Otomatik adımlarla önüne gittiğim orta kapı sımsıkı kapalıydı. Sağa sola yalpalayarak terk edilmiş otobüsün içinde ilerliyordum. Mezar taşları gibi dizilmiş boş koltuklar uykulu gözlerimin önünde sıra sıra uzanıyordu. Yolculuğun sonu… Son durak… “Arkadaş son durağa geldik.” Şoförün karanlık varlığını sırtımda hissediyordum. Bir mezarlık bekçisi, mavi gömlekli bir Azrail, konuşabilen dev bir karga gibi uğursuz sessizliğinin içine gömülmüş, boş koltukların havasızlığıyla baş başa bırakılmayı bekliyordu. Soluk bile almıyordu sanki. İçimde yükselen arkama bakma isteğini bastıran tedirgin adımlarla ilerleyip kendimi ön kapıdan dışarı attım.
Karanlık koridorun içinden tanımsız bir karanlığa çıktım. Otobüs, sımsıkı tutulmuş bir nefes gibi bekliyordu. Hareketsiz… Gergin… Sessiz… Derme çatma otobüs durağında ışık yoktu. Hiçbir yerinde herhangi bir semt ismi yazılı değildi. Durağın, az önce içime doğan uzaklık hissini doğrulayan ilkelliğine bakarak şehrin epey dışına çıkmış olduğumu hafif bir panik eşliğinde ürpererek anladım. Merkezdeki ışıklı, reklam alanlı, haritalı, oturma bölümlü, boyalı, üzerinde semt isimleri belirtilen, birörnek, şık duraklardan yirmi yıl gerideydi karşımdaki baraka. Beni yirmi yıl önceki bir şimdiki zamana bırakan boş otobüs sarsılarak çalıştı, daha da eski bir zamana doğru ağır ağır uzaklaştı. Farkında olmadan tutmuş olduğum nefesimi bıraktım.
Işıksız, çirkin, kimsesiz bir meydandaydım. Bulunduğum yerle aramdaki tek bağlantı olan otobüsün uzaklaşan ışıklarını ürpererek seyrettim. Hırkamın fermuarını boğazıma kadar çektim. Sağ bileğimi sımsıkı tutan plastik Casio’nun düğmesine bastım. Mavi-yeşil aydınlanan kadrandaki korkunç saate baktım. Etrafta kimsenin olmaması hem rahatlatıcı hem de rahatsız ediciydi. Sol yanağımda otobüs camının sert soğukluğu sızlamaya devam ediyordu. Kemiklerim birbirine geçmiş gibiydi. Açlıktan midem ağrıyordu. Gözlerim yanıyordu. Sırtımda tuhaf bir ağrı vardı. Ensem kaskatıydı. Tutulan boynumu bir tur çevirdim. Sıcak yatağıma uzanıp uyuma ihtiyacıyla dolarak ağırlaştım. Yatağımla aramdaki belirsiz, karanlık ve ürkütücü mesafe tüm dehşetiyle içimde yankılandı.
Bir yerde karnımı doyurup eve dönmeliydim. Sağa sola yatmış paslı tabelalara baktım. Yazılar bilmediğim bir dilde gibiydi. Birbirine karışan zifiri karanlık yollar… Evin ne yönde kaldığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Çevrede ne taksi vardı, ne de taksi geçme ihtimali… Hiçbir şey kımıldamıyordu. Anlamsız bir fotoğrafa bakar gibi etrafı seyrettim bir süre. Otobüs gitmişti. Bildiğim dünyayla aramda kalan son bağlantı bu duraktı. Ne yöne adım atacağımı bilemiyordum. İlerde birkaç sokak girişi görünüyordu. Aynı genişlikte… En aydınlık olanı denemeye karar verdim. Karar veren bir insandan çok, içgüdülerine uyan bir hayvan gibi adımlarımı hızlandırdım. Sokağın girişinin iki yanındaki duvarın her yeri karalamalarla doluydu. Harfleri birbirinin içine geçmiş bir sürü duvar yazısı… Karmakarışık… Cümleler, kelimeler, rakamlar, harfler, noktalama işaretleri… Alt alta, üst üste, dip dibe…
Spor ayakkabılarım hiç ses çıkarmadan ilerliyordu. “Şu anda burada değilim sanki” diye düşündüm. “Biri burada olduğumu hayal ediyor sadece. Yüzünü göremediğim biri…” Kendime onun gözleriyle arkadan bakıyor gibiydim. Gittikçe uzaklaşan, uzaklaştıkça küçülen, küçüldükçe silikleşen bir sırt… Harflerden örülü duvara doğru… Hızla dönüp geriye bakmak istedim. Cesaret edemedim. Yürümeye devam ettim. Karanlığa karışmış yazıların arasına gömülerek yavaş yavaş gözden kayboldum.
Sf. 129
Gece burnumda zonklayan kadın parfümü kokularıyla uykuya dalarkan kavgadan görüntüler geldi gözümün önüne. Burnun kırılma anı… Beyaz gömleğe dökülen kan… Parfümeri, kavga edilecek en acayip dükkândı belki de. Daha iyisi nerede olurdu diye düşünmeye başladım. Alışveriş merkezinin koridorlarını gözümün önünden geçirirken buldum kendimi. Paşabahçe mağazasının mutfak bölümü… Aniden iki grup birbirine girer. Kısa bir süre sonra en havalı biçimlerde teşhir edilen, en keskin paslanmaz bıçaklar katılır işe. Sapında fiyat etiketi sallanan bıçaklar kavgacıların karnında, kolunda, sırtında asılı kalır. Şişler, balık bıçakları, meyve bıçakları, tirbuşonlar, elektrikli ekmek kesme bıçakları ortalığı kan gölüne çevirir. Hayatlarındaki en büyük olay sigara içenleri veya fotoğraf çekenleri uyarmak olan güvenlik görevlileri şaşkınlıktan olaya müdahale bile edemezler. Evet, Paşabahçe’nin çatal bıçak reyonu parfümeriden daha iyi bir savaş alanı. Alışveriş merkezinin güvenliği için içeri kesici alet sokmak yasak. Küçücük bir çakı bile olsa güvenlik girişte derhal el koyar. Ama içerisi envai çeşit bıçak, çakı, testere, matkap doludur. Matkap deyince aklıma geldi: Koçtaş ta iyi ortamdı aslında. Matkapların, elektrikli testerelerin, ağaç kesme aletlerinin orası. Bu sefer kana ek olarak çeşitli uzuvlar da havada uçuşur çünkü. Matkaplar kafataslarını delerken baltalar tornavida tutan kolları yerlere dökerdi. Kapalı devre müzik sisteminin romantik balatları eşliğinde… Uykuya dalmak üzereyken daha da iyi bir mekân buldum. Pet Shop. Uykulu gözlerimin önüne birbirlerinin kafasını pirana havuzuna sokanlar, birbirlerine tarantula fırlatanlar, yılan savuranlar geldi. Fonda da kapalı devre müzik sisteminden Pet Shop Boys…
Karanlık Oda / Eleştiriler
- Oggito / Erhan Sunar / 7 Ocak 2018
- SabitFikir (Odak Yazar Dosyası) / Yavuz Yalçın / 11 Ekim 2015
- Taraf / Pakize Barışta / 09 Ocak 2011
- Yeni Aktüel / Ayşe Çavdar / Ocak 2011
- Remzi Kitap Gazetesi / Ceyhan Usanmaz / Mart 2011
- Notos / Nezaket Kartal / Şubat-Mart 2011
- A. Ömer Türkeş / Sabit Fikir / Aralık 2010
- Fotoritim / Şule Tüzül / Ekim 2011
Karanlık Oda / Söyleşiler
- Radikal Kitap (Kapak Söyleşisi) / Burcu Aktaş / 11 Aralık 2010
- Taraf / Sibel Oral / 23.01.2011
- Cumhuriyet / Erdem Öztop / 06.01.2011
- Notos / Semih Gümüş / Şubat-Mart 2011
- Akşam / Tolga Tunçel / 27.02.2011
- Vatan Kitap / Canan Hatiboğlu / 15.01.2011
- Habertürk / Ümran Avcı / 03 Ocak 2011
- Edebiyat Haber / Emrah Polat / Aralık 2010
- Milliyet Sanat / Fırat Demir / Ocak 2011
- Yeni Şafak Kitap / Harun Karaburç / 05 Ocak 2011
- XOXO The Mag / Nilay Kaya / Hazian 2012
Taraf / Pakize Barışta / 09 Ocak 2011
Hakan Bıçakcı’nın yeni romanı: ‘Karanlık Oda’
Edebiyat, insana insanı (kendisini) çoğaltarak gösterir bazen.
Bu çoğaltma aslında bir tür ikizleştirmedir; ruhsallıkları çok farklı, adeta zıt olan iki aynı insanda gerçekleşir bu durum.
Ve edebiyat, insanı sürekli olarak keşfeder aynı zamanda.
Toplumun üretim araçları ve üretim ilişkileri radikal bir değişime uğradıkça, ortaya çıkan yeni insanın varoluş aurası da değişir. Buna bağlı olarak insan ilişkileri de, yaşanılan yeni habitat içinde altüst oluşlar yaşar kimi zaman; ve bazı parçalanmışlıklar çıkar ortaya böylece; insanın benliğinde, karşılanması sancılı bölünmüşlükler oluşur.
Yazar, tüm insanlığın hassas bir anteni olarak; insanın kendisiyle ilgili bu yabancılaşmasını edebî bir ifadeyle yüzüne vurur adeta.
Hakan Bıçakçı’nın Karanlık Oda romanında yaptığı gibi.
Yazar, günümüz insanında –belki moderniteyle de artan- monoblok bir benliğin, bir ruhsallığın yanı sıra, parçalanarak birbirine ayrı ve aykırı düşmüş iki benlik durumunu da, gerilim örgüsü ilginç ve etkili bir romanda sunuyor okuruna. Karanlık Oda, felsefede oldukça önemli bir yer tutan; insanın kendine yabancılaşmasını, bu coğrafyaya özgü metropol hayatı içinde bir fotoğrafçının bölünmüş benliği üzerinden aktarıyor.
Taşradan metropole geçişin yarattığı ve zamanla birikmiş benlik altüst oluşlarının sonucu olan bir sendromun yol açtığı hayat uyumunun bir hayat cehennemine nasıl dönüştüğünü, benliğin parçalanarak nasıl çoğaldığını, akıcı bir dille anlatıyor Hakan Bıçakçı:
“Sergi sona ermişti. Hiç iz bırakmadan… Fotoğraflarım kafalardan çoktan silinmiş olmalıydı. Morluklar çoğalmaya devam ediyordu. Her yanımdan sivilce gibi diş izi fışkırıyordu. Güneşin altında uzun kollu tişörtlerle, boynumu kapatan tuhaf giysilerle dolaşıyordum. Düşüncelerimin okunduğuna dair o rahatsız edici duyguya daha sık kapılır olmuştum. Her türlü insan ilişkisinden çekiniyordum. Bu takıntı içimde o kadar derinleşmişti ki, etrafta kimse yokken bile düşüncelerimin okunduğunu hisseder olmuştum. Görmediğim, tanımadığım, yine de aklımdan geçenleri tüm ayrıntılarıyla bilen birilerinin varlığını ensemde hissediyordum sürekli.”
Karanlık Oda, bir son durak hikâyesi gibi… Aslında benliğin bir son durakta bitip (bölünüp), o durağın ikinci bir benlik için ilk durak olduğu; aynı varoluşun içinde yaşanan iki ayrı hayatın romanı Karanlık Oda.
Kapısız, penceresiz bir oda içinde insanın ışığı araması gibi kendini ve ruhunu özgürleştiren benliği arayışının edebi bir yansıması Hakan Bıçakcı’nın yeni romanı.
Merkezin palyatif garanticiliğe, varoluşun tekinsizliği içinde yolunu bulmaya çabalayan bir ruhun yapışık ikizinden (ama hangi ikizinden!) kurtulmasının çaresizliği içinde bir çare arama sanki yazarın edebiyatı: “Beni iyi dinle oğlum. İnsanlar ikiye ayrılırlar. Kılıçla ikiye ayrılanlar, elektrikli testereyle ikiye ayrılanlar. Kılıçla ikiye ayrılanlar da kendi içinde ikiye ayrılırlar. Tabii bunun için eğitimli bir samuraya ihtiyaç duyarlar. Samuray keskin kılıcını havaya kaldırıp bekler. Karşısındaki kurbanın kafasına hızlıca indirir. Kılıç kayarak adamın apış arasına kadar iner ve adamı kısa bir süre için tek ayak üzerinde bekleyen iki cezalıya ayırır. Sonra bu cezaya dayanamayan zavallılar yere yığılırlar. Ayrı ayrı, aynı yere yığılırlar.”
Hakan Bıçakcı psikolojik gerilimin edebiyatımızın bir ustası bence.
Karanlık Oda, modern ve yalın bir dile sahip. Kahramanını bir anti-kahraman tevazuu içinde sunuyor. Bu karakter (fotoğrafçı) sergilediği fotoğraflarına “İsimsiz” imzası atıyor. Yazar inişli çıkışlı bir dizi sarsıcı etkiler yaratıyor okurunda. Okurunu tedirgin ediyor. Ancak bu tedirginlik okurda tuhaf bir üreticilik, birleştiricilik sağlıyor. Yazar, diğer romanlarında olduğu gibi bu romanında da, zengin detaylar aktarıyor, yabancılaşmış kahramanının gözünden ve düşüncelerinden; ilginç durum tespitleri ve derinlikli detay zenginliği bunlar.
Hakan Bıçakcı’nın, Apartman Boşluğu adlı bir önceki romanı hakkında K Dergi’ye yazdığım yazı şöyle bitiyordu: “Apartman Boşluğu, homo politicus olduğunu unutmuş bir kuşağın ilgi çekici romanı. Yazarı da, bu kuşağın bir temsilcisi gibi duruyor. Her şeyin farkında olup da, insanı insan hasletlerden biri olan politicusluğu, gündeminin bir yerlerinde bulundurmaktan imtina etmiş bir yazarın oldukça başarılı bir edebi yazısıyla karşı karşıyayız.”
Yazar, son romanı Karanlık Oda’da ise, insanın kendine olan yabancılaşmasının, parçalanmışlığının ve bölünmüşlüğünün nedenlerinin içinde –çok dolaylı da olsa- sistemin de yer aldığını ima ediyor bu defa.
Hakan Bıçakcı’yı, parlak bir yazarlık kariyeri bekliyor bence.
Yeni Aktüel / Ayşe Çavdar / Ocak 2011
“Karanlık Oda”, kör nokta
Her gün yeni bir alışveriş merkezi açılıyor şehirde. Kapılarında güvenlik, içlerinde her türlü konforla onlarca yeni site inşa ediliyor. Çoluğu, çocuğu, özel hayatlarımızı, geleceğe dair umutlarımızı değilse bile, bugünden duyduğumuz korkuları alıp sığınıyoruz kocaman kapıların ardına, bizimle aynı endişeleri taşıyan insanlarla birlikte. Sokakların kirinden pasından, şehrin gürültüsünden uzak ayrıcalıklı yurtlar ediniyoruz şimdiki zamanlarımıza… “Sonra ne olacak?” sorusuna detaysız cevaplarımız var. Hazır, ama standart ve dibine kadar kişiliksizleştirilmiş…
Bir şey daha var… Sokaklardaki panolardan, dizilerdeki en acıklı sahneler arasına serpiştirilmiş gizli reklamlara, kalp pillerimizden, iç çamaşırlarımıza kadar her kanaldan bize ulaşmaya çalışıyor insanlar: Şirketler, sermayedarlar, reklamcılar…
Öylesine ulaşılmazız, öylesine standart…
Roman, modern bireyin yalnızlığından doğmuştu… Ama bireyin vadesi doldu. Romanın elinde artık fenomenler var. Bu yeni, canlı fenomenler roman kişileri olarak edilemiyorlar… Bir şeyler oluyor, biz yapıyoruz onu, romanın gücü yetmiyor…
Yeni bir şehir yaratığı
Hakan Bıçakcı, bu yeni fenomenin birkaç gününü anlatıyor “Karanlık Oda”da… İsimsiz ve erkek bir kahramanı var, mesele de İstanbul’da geçiyor… Ama ne kurgu ne dil tam olarak romana tekabül ediyor bu anlatıda. Arıyor, değişiyor, etrafında dolaşıyor, peşine düşüyor, takip ediyor… Ama roman yetmiyor bu yeni şeyi tarif etmeye. Biyolojik olarak insana benziyor kahraman ama romanların önünde sonunda bizatihi varlıklarıyla yalnızlıktan şikâyet eder gibi duran kişilerine pek benzemiyor. Yalnızlığı mesele edemeyecek kadar yeni bu yaratık…
Yanlış anlaşılmasın, “Karanlık Oda”nın beceremediği bir durumdan bahsetmiyorum. Aksine Hakan Bıçakcı, AVM’ler, göğü delen iş merkezleri, mahallenin yerini alan site arasında yaşayan insanın dönüşümünü tam orta yerinden yakalıyor. Otobüste uyuyup kalarak bilmediği, karanlık bir mahalleye düşüveren bir fotoğrafçının peşine takılıp götürüyor bizi bu yeni hayata. Kendi bedeninde gördüğü diş izlerine, aslına bakılırsa hayatın onda bıraktığı izlere bir mana vermeye çalışıyor isimsiz kahraman. Ankara’dan İstanbul’a bir fotoğrafçı olmak düşüyle geliş, düğün fotoğraflarının saatler içinde soyluluktan rezilliğe geçen kalabalığına tanık oluş, bağımsızlaşmak için kendi stüdyosunu kuruş ve orada yeni, damardan bağımlılıklara kucak açış, hayatın kontrolden çıkmasına razı oluş…
Fantastik deseniz değil çünkü düşsel olamayacak kadar gerçek kâbuslar aracılığıyla yüzleşiyor bu kahraman olmayan kahraman yükseliyormuş gibi yapan hayatla. Oysa hayat çok küçük, çok dar… Kaçınılmaz olarak anlatıcımız da bir tür klostrofobik… Korkusu mesnetsiz değil ne var ki. Sanki pırıl pırıl olmak üzere kurgulanmış, parladıkça tüketen, tükettikçe parlayan hayatın kulisinde sıkışıp kalmış gibi. Neye hazırlık yaptığını da pek bilmiyor. Hazırlanacak bir şey de yok aslında. İnsan bir standartlar kümesine hazırlansa ne olur ki? Sonuçta bedenindeki ısırıkların izini takip ederek sorununu çözmeye çalışıyor. Ama bu sorunu çözmek için önce teşhis etmek lazım, teşhis ise belirgin ve tanımlı bir sağlık tanımı gerektirir. Oysa bu yeni zamanın, yeni insane türünün böyle bir tanımı yok. Bir teşhis çıkmayacak, tedavi olmayacak… Yapılabilecek tek şey, bu yeni hali estetik bir forma dönüştürüp kabul etmek…
Hakan Bıçakcı’nın oldukça ileri görüşlü bir yazar olduğunu teslim etmek lazım. Hayatı kontrolü altına almaya çalıştıkça onun kontrolü altına giren bu AVM’li gökdelenli, siteli insane türü gibi, bu yeni edebiyatın dili de belirsiz, silik, gölgeli ve arada kalmış. Ama olacak, bu yeni türü tanıdıkça yeni bir edebiyat edineceğiz… İçimden bir his örneğin seri katil hikâyelerine dayalı polisiyeleri okurken eskisi kadar yabancılık çekmeyeceğimizi söylüyor. Suç ve gerilim, güvenlik fikrine dayalı dehşetler, “aaa bu kadarı olur mu?” diye anacağımız yeni olay örgülerine hazır olalım…Air-condition gürültüleri, hepimize yıldız muamelesi yapan outlet mağaza ışıları ve “kolay dinlenen” müzikler eşliğinde yaşamaya hızla ve iştahla giriştiğimiz bu hayatın elbette kendine göre bir dışkısı olacak…
Remzi Kitap Gazetesi / Ceyhan Usanmaz / Mart 2011
Gittikçe daralan bir “Karanlık Oda”
Hakan Bıçakcı daha önce de bir röportajında söz etmişti, yakın bir zaman önce bir kez daha tekrarlamış: “En büyük ilham kaynağım sinema. ‘İlham perisi’ denen o cıvık maskota inanmıyorum tabii ki. Demek istediğim, yazarken kafam en çok film mantığına yakın çalışıyor.” (Altyazı dergisi, 100. Özel Sayı, Kasım 2010-Ocak 2011) Hakan Bıçakcı’nın romanlarındaki sinematografik öğelerin nedenini sanırım burada bulmak mümkün ve bu bir şekilde, Bıçakcı’nın romanları ile filmler arasında bir bağlantı kurmanın da yolunu açıyor. Örneğin yazarın 2004’te yayımlanan “Boş Zaman” romanının kahramanının kim olduğunu bilmeden uyanması ve hikâyenin bu hafıza kaybı çerçevesinde ilerlemesi, akıllara o dönem çok sayıda örneği gördüğümüz “amnezi filmleri”ni getirmişti. Buradan hareketle, Bıçakcı’nın yeni yayımlanan beşinci romanı “Karanlık Oda” da, aslında biraz zorlama bir yaklaşımla baktığımda, Christopher Nolan’ın yazıp yönettiği 2010 yapımı “Başlangıç” (Inception) filmini hatırlattı bana.
“Boş Zaman” şu cümlelerle başlıyordu: “Çığlık çığlığa bağıran bir karga sesiyle uyandım. Gözlerimi açtığımda kendim hakkında hiçbir şey bilmiyordum. (…) Baktığım her köşede tanımadığım bir eşyayla karşılaşıyordum. Her şeyiyle bana yabancı bir evdeydim.” “Karanlık Oda”nın kahramanı da benzer bir “uyanış” yaşıyor: “Uyuyakalmışım. Omzuma batan parmakların düzenli aralıklarla beynime sıçrattığı kanla kendime geldim. (…) Gözlerim yaşararak uzun uzun esnedim. Otobüste olduğuma uyanmıştım ama otobüsün nerede olduğunu bilmiyordum.” Bunun gerçek bir “uyanış” olup olmadığı ya da roman boyunca kahramanın yaşadığı şimdiki anın gerçekten de şimdiki an mı, yoksa geçmişe dair anılar mı, geleceğe dair hayaller mi olduğu şüpheli. Bir başka deyişle, sanki rüya ve hayal katmanları arasında, uykulu bir atmosfer eşliğinde ilerliyoruz “Karanlık Oda”nın “isimsiz” kahramanıyla beraber.
Otobüsün, indiği derme çatma son duraktan ağır ağır uzaklaşmasının ardından kendini şehrin epey dışında, “ışıksız, çirkin, kimsesiz bir meydan”da bulan kahraman, bir yerde karnını doyurup eve dönme isteğiyle açık bir yer bulmaya çalışır. “Uzun süren karanlıktan sonra, çölün ortasında beliren su birikintisi gibi” gördüğü küçük bir lokantada karnını doyurmakla birlikte, lokantanın tuhaf garsonunun ısrarıyla geceyi de orada geçirecektir. Ertesi sabah Taksim’e (ışıklı, albenili, kalabalık meydan) yine tuhaf bir araba yolculuğuyla ulaşması mutluluktan ağlayacak gibi hissetmesine neden olur; ancak vücudunda –sayısı her geçen gün artan– ısırık izleriyle karşılaşması (kendi kendini yiyip bitirme?) tuhaflıkları geride bırakmadığının göstergeleri olacaktır. Böylelikle, düğünlerde başladığı fotoğrafçılık kariyerine bir alışveriş merkezinde fotoğrafçı dükkânı işleterek devam eden ama gönlünde fotoğraf sanatçılığı, sergiler açmak olan kahraman için yaşadığı dünya, gittikçe daralan bir “karanlık oda”ya dönüşmeye başlayacaktır.
“Karanlık Oda”daki şu cümle, yazarın diğer eserlerinden de yayılan netameli havayı göstermesi açısından bir örnek olabilir: “Eve yürürken yanından geçtiğim basket sahasında bir grup çocuk voleybol topuyla futbol oynuyordu.” (s. 41) İlk bakışta, uygun bir alanda top oynayan çocuklar gibi “sıradan” bir görüntünün ayrıntılarındaki tuhaflığa benzer şekilde; ilk başta birbirleriyle alakasız gibi görünen olayların, durumların –çoğunlukla gündelik nesneler aracılığıyla– bir anafora kapılmışçasına iç içe geçmesi ve kahramanların bu kaosun ortasında, gerçek ile gerçekdışılık arasında oradan oraya sürüklenmeleri Hakan Bıçakcı külliyatının omurgasını oluşturuyor. “Meydan hınca hınç doluydu. Böyle bir kalabalığın içine girmeye hazır olmayan bedenim geri dönme isteğiyle dolup taştı. Yine de ayaklarım bir uyurgezerinkiler gibi yürümeyi sürdürdü. Metro durağının merdivenlerinden yüzlerce insan yeryüzüne çıkarak İstiklâl Caddesi’ne akın ediyordu. Kalabalık üreten bir yeraltı fabrikası gibi çalışıyordu metro. Tavandan sarkan paslı tüplerden, hareket halindeki siyah bandın üzerine düzenli aralıklarla et parçaları sıkılıyor, üzerlerine biraz kıl serpiştiriliyor ve bu karışım farklı renklerdeki kumaş parçalarıyla çevrilip bandın üzerinde ilerleyerek sırayla gün ışığına çıkıyordu. Farklı kombinasyonlardaki et, kıl ve kumaş karışımları caddeye doğru ilerliyordu.” (s. 125) Kentli kahramanların yaşadıkları çevreye (insanları birer et, kıl ve kumaş yığını olarak görmek) ve daha da önemlisi kendilerine (bir uyurgezer gibi yürümek, bir bilgisayar oyununun ya da bir masalın, bir filmin içindeymiş gibi hareket etmek) enikonu yabancılaşması da, romanların klostrofobik atmosferini kalınlaştıran unsurlar olarak okunabilir. Tüm bunlar, Hakan Bıçakcı’nın şimdiye kadar kaleme aldığı beş roman ve bir hikâye kitabını birbirlerine sıkı sıkıya bağlayan parçalar bir bakıma. Bu parçalarla sıkça karşılaşmak, şu eleştiriyi de beraberinde getiriyor ister istemez: “Şimdi geriye bakıp yazdıklarını hatırladıkça, hikâyeler hikâyelere, temalar temalara, kişiler kişilere karışırken sanki bütün kariyerinde tek bir roman yazmış da hep onu okuyormuşum hissine kapılıyorum. (…) ‘Karanlık Oda’, yazarla ilk kez tanışacak okuyucuları şaşırtacak bir roman. Seveceklerinden hiç kuşkum yok. Doğrusu ben de severek okudum. Ancak devamlı bir okuru olarak hikâyesi fazla tanıdık geldi bana; bir dahaki romanında artık yeni bir hikâyenin içine çekilmeyi umuyorum.” (A. Ömer Türkeş, “Çağımızın Tedirgin İnsanı“, Sabit Fikir, 7 Aralık 2010) Türkeş’in bu görüşüne katılmakla birlikte Hakan Bıçakcı’nın eserleri, belli bir sorunsalı, her defasında farklı bir noktadan yaklaşarak irdelemeye çalışan hikâyeler olarak da değerlendirilebilir.
Notos / Nezaket Kartal / Şubat-Mart 2011
Karanlık Oda
Hakan Bıçakcı’nın son kitabı Karanlık Oda önceki kitaplarının sessizliğine oranla daha çok konuşuldu. Ben de biraz bu nedenle merak ederek, biraz da yayınevi değiştirip İletişim’e geçmesi nedeniyle okuyabildim kitabı. Geriye dönük bir okuma da yapmaya çalıştım, ancak sadece üç kitabını bulabildim. Oğlak Yayınları’ndan çıkan önceki kitapları şu anda tükenmiş görünüyor. Açıkçası benim için Hakan Bıçakcı, Barış Bıçakçı kitaplarının kitapçılarda daha az bulunduğu dönemlerde alfabetik yakınlık yüzünden gördüğüm, ancak merak edip okumadığım bir yazardı. Galiba biraz da onun kitaplarının her yerde karşıma çıkması ancak aradığım Barış Bıçakçı kitaplarının bulanamaması yüzünden biraz kızgındım kendisine. Ama okuyunca fikrim değişti. Hatta şimdi onun kitaplarını bulamadığıma üzülüyorum.
Biraz kişisel bir giriş yazısından sonra geleyim Karanlık Oda’ya. Öncelikle kitabın kahramanının fotoğrafçı olması benim için özellikle bir ilgi nedeni. Karakterin sürekli detayları fark eden, gözlem gücüne sahip biri olması olay örgüsünü de derinlikli hale getirmiş. Ayrıca bu, kitabın oldukça sinematografik olmasını da sağlamış. Karakterin çevresine bazen gerçekten vizörden baktığı hissine kapılıyoruz. Özellikle düğün fotoğrafçısı olduğu dönemlerde çektiği fotoğraflardan keşke bir sergi açılsa gibi fantastik bir sergi düşü bile kurdum okurken. Çok özel, önemli sanılan bir günün aslında herkes için ne kadar aynı olduğunu bir fotoğrafçının gözünden görmek düşüncesi bana çok heyecan verici geldi.
Gündelik hayatın görmeyi bilen bir göz için nasıl da karanlık olabileceğini fark eden ve ettiren bir roman kahramanı fikri benim için zaten ürkütücü, Hakan Bıçakcı da bu ürkütücü detayları başarılı kadrajlarla yansıtınca çok iyi bir roman çıkmış ortaya. Kendisinin de söylediği gibi: “Gerçeküstü diyebileceğimiz bir atmosferi son derece gerçek nesneler, ortamlar ve insanlarla kurmaya çalışıyorum. Dikkat çekmeyen ve sıradan insanların zihninde dönenlere dikkat çekmeye, onların sıradan hayatlarının içinde belirsizlikten beslenen tuhaf delikler açarak sıra dışı sıçramalar yapmaya çalışıyorum.”* İyi ki öyle yapıyor.
Biraz da Bıçakcı’nın okuyabildiğim önceki kitaplarına dair bir iki şey söylemek istiyorum. İlk kitabı “Romantik Korku” fazla telaşlı bir kalemle yazılmış gibiydi. Keşke bu kadar acele etmeyip fikrinin tadını çıkarsaymış diye düşündüm okurken. “Rüya Günlüğü” ve “Boş Zaman” ise daha fazla sevdiğim kitaplar oldular. Aynı telaşlı üsluba başvurduğu oluyordu bazen, ancak sakin sakin anlatmayı seçtiği anlarda daha etkili ve daha ürkütücü oluyordu üslubu. Artık, hem yazarın yeni kitabını merakla bekliyorum, hem de bulamadığım önceki kitapları da İletişim’den çıkar umudu taşıyorum.
Not; Yukarda görüldüğü gibi kitabın kapak fotoğrafı da çok iyi seçilmiş. O kadar ürktüm ki bu adamın derin gözlerinden okuduğum süre boyunca kitabı ters kapatıp bir yerlere bırakmak zorunda kalıyordum.
A. Ömer Türkeş / Sabit Fikir / Aralık 2010
Çağımızın tedirgin insanı
Yazarların yılda bir -hatta iki, üç- romanla boy gösterdikleri edebiyat dünyasında Hakan Bıçakcı işi ağırdan alıyor. Yerinde bir tercih… Kariyerini başından beri yakından izlediğim genç yazar kuşağının önemli temsilcilerinden Bıçakcı, son romanını 2007’de yayınlamıştı. Yeni romanı “Karanlık Oda” üç yıllık bir çalışmanın ürünü… Bir kez daha ekonomik bir anlatımı tercih etmiş, kısa ama etkileyici bir roman çıkarmış.
Tekinsiz
Kahramanının bir belediye otobüsünde uyuya kalması ve şoför tarafından son durakta uyandırılmasıyla başlıyor “kâbus”:
“Karanlık koridorun içinden tanımsız bir karanlığa çıktım. Otobüs, sımsıkı tutulmuş bir nefes gibi bekliyordu. Hareketsiz… Gergin… Sessiz… Derme çatma otobüs durağında ışık yoktu. Hiçbir yerinde herhangi bir semt ismi yazılı değildi. Durağın, az önce içime doğan uzaklık hissini doğrulayan ilkelliğine bakarak şehrin epey dışına çıkmış olduğumu hafif bir panik eşliğinde ürpererek anladım. Merkezdeki ışıklı, reklam alanlı, haritalı, oturma bölümlü, boyalı, üzerinde semt isimleri belirtilen, birörnek, şık duraklardan yirmi yıl gerideydi karşımdaki baraka. Beni yirmi yıl önceki bir şimdiki zamana bırakan boş otobüs sarsılarak çalıştı, daha da eski bir zamana doğru ağır ağır uzaklaştı. Farkında olmadan tutmuş olduğum nefesimi bıraktım. Işıksız, çirkin, kimsesiz bir meydandaydım.
Roman kahramanının gördüklerini kendi bakış açısından izliyor, bir rüyanın içine çekiliyoruz. Uyanıktır genç adam, ama algıları, gördüğü nesneleri imgelerle ifade edişi hem anlatıcının şaşkın ruh halini sergiliyor hem de uykusundan henüz uyanmamış olduğu duygusu yaratıyor.
Gecenin ilerleyen saatlerinde loş ışıklı boş sokaklarda sığınacak bir yer ararken karşısına çıkan lokantada tuhaf bir garsonla karşılaşır. Karnını doyurmakla kalmayacak, kendisine gösterilen kırık dökük bir odada sabahlayacaktır. Ertesi gün geceyi tamamlayacak tuhaflıkta geçen bir taksi yolculuğuyla Taksim’e döndüğünde her şeyi geride bıraktığını düşünebilirsiniz. Tersine, hikâye işte bundan sonra başlayacak, hayatını büyük bir iş merkezinde fotoğrafçı dükkânı işleterek sağlayan ama gönlü fotoğraf sanatçılığında olan genç adam, vücudundaki kızarıklıkları fark edecektir.
Katılacağı sergiyle kafası meşgul kahramanımız önceleri kızarıklıkları ve sızları önemsemese de, kızarık sayısının her sabah artıp yaraya dönüşmesiyle doktora girmek ihtiyacı duyar. Bunların ısırık yarası olduğunu öğrenmek rahatlatıcı ama kimin ısırdığı belirsizdir. Isırıkların nedeni anlaşıldığında sorunla yüzleşmenin, o “tuhaf” geceye ve semte yeniden gitmenin zamanı gelmiştir…
Tek bir hikayenin içinde dolaşmak
“Karanlık Oda” tek bir kişiye odaklanan az sayfada kotarılmış bir roman. İnsan sayısının azlığı hikâyenin eksikliğinden değil, kahramanın yalnızlığından. Öncekiler gibi, yalnızlık ve yabancılaşma bu romanın da ana teması. Aslında roman isimlerine baktığımızda bile Bıçakcı’nın ilgi alanı çıkıyor ortaya. Mekânlar, rüyalar, korkular, birbirine karışmış zamanlar…
Tam bu noktada Bıçakcı’ya yöneltilebilecek en meşru eleştiriyi ihmal etmeyelim; şimdi geriye bakıp yazdıklarını hatırladıkça, hikayeler hikayelere, temalar temalara, kişiler kişilere karışırken sanki bütün kariyerinde tek bir roman yazmış da hep onu okuyormuşum hissine kapılıyorum. Belki de ne demek istediğimi daha iyi açıklayabilmek için bir önceki romanı “Boş Zaman” üzerine-üç yıl önce- yazdığım değerlendirmeden bir alıntı yapmalıyım; “Daha ilk romanı “Romantik Korku”da başlamıştı ruhu daralan insanların kararan hayatlarını anlatmaya. “Romantik Korku”, fantastik öğelere yer vermesiyle sonraki romanlarından biraz farklıydı ama yazarın takip edeceği çizgiyi işaret etmesi açısından önemliydi. İkinci romanı “Rüya Günlüğü” “Apartman Boşluğu” ile benzerlikler barındırır. İstanbul’un yüz binlerce apartmanından birisinde sevgilisiyle tekdüze bir hayat sürdüren, ekonomi dergilerinden yaptığı çevirilerle geçinen genç bir adamın kâbuslarını anlatan “Rüya Günlüğü”nde gündelik hayatın içinden, sıradan ayrıntılardan, huzursuzluk veren rastlantısallıklardan kaynaklanan gerilim öğesi yine rüyalarla zenginleşmişti. Benzer temaları “Boş Zaman”da da işledi Bıçakcı; kim olduğunu, hangi zamanda ve mekânda bulunduğunu hatırlamayan roman kahramanının uyanışıyla –ve “uyanış” bölümüyle- başlayan hikaye, adamın hayatındaki karanlık noktaların adım adım çözüldüğü ancak her çözümün bir kara deliğe dönüştüğü karabasan atmosferinde ilerliyordu. Aslında bütün gerilim kahramanın içine düştüğü o kimliksizleşmeden, bireyin manasını yitirmesinden, kendisini hayata dışarıdan bakan bir yabancı gibi hissetmesinden kaynaklanmıştı.”
Yukarıdaki değerlendirme “Karanlık Oda” için de geçerli değil mi? Roman kahramanı, kahramanın rüyaları, dolaştığı klostrofobik mekânlarıyla, gerilimli atmosferi, yalnızlık ve yabancılaşma temalarıyla, evet; okuduğumuz tam bir Hakan Bıçakcı romanı… Apartman, ev, sokak, meydan, giderek kent tasvirlerinin temalarla bütünlük sağlaması konusunda yine çok başarılı… Bıçakcı. Kimi zaman ıssızlığı, kimi zaman kalabalıklarıyla ürkütücü kentler, kentlerin bireyin yabancılaşmasını elle tutulur, gözle görülür kılmış. Bıçakcı’nın romanlarındaki gerilim, Brecht’in göre Kafka’nın “Dava”sındaki en önemli nokta olarak işaret ettiği büyük kentlerin sonu gelmez, karşı konulmaz büyümesinden duyulan korkunun 21.yüzyıl Türkiye’sindeki karşılığından başka bir şey değildir. Bu kentler dolaylı ilişkilerin uçsuz bucaksız labirentini, modern yaşama biçimlerinin getirdiği bölünmeleri, karmaşık, karşılıklı bağımlılıkları dile getirirler. Ve bu kentlerde yaşayan küçük burjuvaların hissettiği yalnızlık ve yabancılaşma hayatın atomize oluşundan, “yabancılaşma olgusunun insanı artık neredeyse bütünüyle kendi buyruğu altına alacak boyutlara varmış oluşundan, insanları kendi gölgelerinden ibaret kişilere dönüştürmüş bulunuşundandır”.
“Karanlık Oda”nın İstanbul’u fethetmeye gelmiş ama koşullara yenik düşmüş kahramanını kötü kâbuslarla boğuşturan işte bu kuşatılmışlık, gölgeye dönüşmüşlük hali. Ancak hayalleri ile direnebiliyor metropol içinde kimliksiz kalıp kaybolup gitmişliğe;
“Alternatif bir hayatın hayali yakamı bırakmıyordu. Bedenimde diş izlerinin olmadığı, dünyaca ünlü bir fotoğrafçı olduğum bir dünya. Aslında bu dünyadan çok, o dünyada yaşıyordum. Zihnimde daha çok yer tutuyordu çünkü bu alternatif hayat. Ankara yerine Londra’da, Berlin’de, Viyana’da sergi açtığım, fotoğrafçılığın gündemini belirleyen yayınlarda çalışmalarımın yer aldığı, stüdyoma gelenlerin vesikalık çektirmek isteyen vatandaşlar yerine fotoğraf eleştirmenleri, küratörler, dünyaca ünlü modeller olduğu bir hayat. Dişlerimin kendi bedenimde değil, stüdyoma gelen modellerin üzerinde iz bıraktığı bir dünya. Bu sendrom hiç değişmeyecekti. Personel odasındaki yatağımda yatarken de oradan kurtulup İstanbul’un iyi bir semtindeki kendi fotoğraf stüdyoma geçmenin ve ara sıra da sergi açmanın hayalini kuruyordum. Sürekli. Uzun uzun. Tüm ayrıntılarıyla. Otelden çıkamadıkça otelin dışındaki hayal daha gerçekçi bir hal alıyordu.”
Hayal edilenlerle gerçeklik arasındaki uçurum metropol insanlarının ortak paydası olduğu halde aynı zamanda onları birbirine yabancı, hatta düşman kılıyor. Ötekileştiriyor. Sadece sınıfsal farklılıklardan kaynaklanmayan, kendimiz dışındaki herkese yönelik ötekileştirme refleksinin arkasında kuşkusuz yoğun bir engellenmişlik hissiyatı yatıyor. İşte bu nedenle, Türkçe yazılan romanlarda son yıllarda metropol korkularının sıklıkla işlenir hale gelmesi, toplumsal bilinçaltının yazınsal ifadesi biçimde okunmalı.
Bir şeyleri ifade etmek mutlaka önemli, ama daha önemlisi okuma yapılacak eserin okunmaya değer olmasıdır. Bıçakcı’nın edebiyatı yerinde. Neyi nasıl anlatacağını iyi biliyor. Zaman zaman yükselttiği gerilimi absürde varan komik sahnelerle dengelemesi, şimdiki anı aydınlatan “flash backler”i, hikayeye kattığı tuhaf kişileri, ama en çok da kaybeden kahraman tipleriyle okuyucuyu hemen yakalayacak romanlar yazıyor Bıçakcı… “Karanlık Oda”, yazarla ilk kez tanışacak okuyucuları şaşırtacak bir roman. Seveceklerinden hiç kuşkum yok. Doğrusu ben de severek okudum. Ancak devamlı bir okuru olarak hikâyesi fazla tanıdık geldi bana; bir dahaki romanında artık yeni bir hikâyenin içine çekilmeyi umuyorum.
Fotoritim / Şule Tüzül / Ekim 2011
Karanlık Oda
Negatiflerin dünyasından fotoğrafa adım atan, dondurduğu anlarla fotoğraf banyosunun içinde beliriveren görüntüde tekrar karşılaşmanın o müthiş duygusu ile banyonun kimyasallarından gelen kokular birbiri ile özdeşleştiğinden, o kokuyu nerede duysa aynı duygularla yüreği kabaran fotoğrafçılar için karanlık odanın elbette özel bir yeri vardır. Böyle bir yaşamın içinden gelmesem de ve karanlık odada fotoğrafçıların yaşadıkları pek çok şeyi deneyimlememiş olsam da, analog makinelerin siyah beyazına, hele de grenlerine tutkun bir izleyici olarak “karanlık oda” kavramı benim için de özel bir yere sahip. Fotoğrafla ilgilensin ya da ilgilenmesin, fotoğraf banyosunda bir kartın üzerinde yavaş yavaş oluşan o görüntüler herkes için bir büyüden farksız değil mi?
Bu yazının konusu karanlık oda ama yaşamdan çaldığınız anları büyüklü küçüklü kartlarda bir büyücü gibi ortaya çıkardığınız o karanlık oda değil, genç yazarlarımızdan Hakan Bıçakcı’nın kahramanı bir fotoğrafçı olan ve bu fotoğrafçının yaşamın birebir içinde yarattığı, kendine ait karanlık odasını anlattığı romanı. Hakan Bıçakcı bambaşka bir karanlık odaya davet ediyor okuyucuları. Kitabın arka kapağında şöyle diyor kitap için: “Hakan Bıçakcı, akılcılığın makesini çıkarttığı, her gecenin bir gündüzün içine aktığı şizoid ve polarize bir karanlığı resmediyor.”
Kitaba başlarken bugüne kadar kafamda oluşan karanlık oda ve fotoğraf kavramlarının yaşama yansımaları ile karşılaşacağımı düşünüyordum. Oysa bunun tam tersi ile karşılaştım. Her insanın az ya da çok yaşayabileceği yabancılaşma, kendinden ve çevresinden uzaklaşma, yaşamın tekdüzeliğinin getirdiği kısır döngüler, düşle gerçeğin birbirine karıştığı ruh sağlığını tehdit eden bir süreçler, karanlık oda ve fotoğrafa dair kavramlar aracılığıyla anlatılıyor. Aslında tıpkı fotoğrafçılar gibi Bıçakcı da yaşamı ve insanlık hallerini fotoğraf üzerinden ifade ediyor. Fotoğraf makinesi ve görüntü ile değil de, yazı ile…
Hakan Bıçakcı, kendisi ile yapılan bir röportajda, “fotoğraf”ın kendisine neyi ifade ettiği sorusuna şöyle cevap veriyor:
“Fotoğrafın zamanı kaydetmekle ilgili çok ciddi bir iddiası var. Ayrıca fotoğraf, hayatın sürekliliğine meydan okuyor. Yine de, tüm bu gücüne rağmen, bir yanıyla soğuk ve yabancılaştıran bir makine. Romanın ritminde kadraj hissi olsun, fotoğraf duygusu hissedilsin istedim. Fotoğrafın ‘yabancılaştırma’ gücünüyse karakterimin şizofrenisiyle birleştirdim. Zaten romanın dili bile bu kadraj hissiyle birlikte şekillendi. Peş peşe ilerleyen resimlerin etkisini yakalamak için, kısa, net fakat etkili cümleler kurmak zorundaydım.”
Hakan Bıçakcı, bu cevabında da belirttiği gibi, Karanlık Oda’da fotoğrafın çok önemli bir özelliğini, “yabancılaştırma” gücünü kullanarak, “yabancılaşma”yı irdeliyor. Fotoğraf sevdasına tutulan pek çok kişi şu deneyimi birbiri ile paylaşmıştır: öyle bir zaman gelir ki fotoğrafçı çevresinde baktığı ve gördüğü her şeyi makineyi kullanmadan hafızasında kadrajlamaya, hatta fotoğraf işleme programlarında işlemeye başlar. Baktığı her şey hafızasındaki bir çerçevenin içinde kendisi tarafından şekillenir. Bir süre sonra da yaşamın içinde birebir gördüğü ile kafasında oluşturduğu bu görüntüler karışmaya başlar.
Yabancılaşmanın bütün yükünü ve sorumluluğunu elbette fotoğrafa ve fotoğrafçılık sürecine yükleyemeyiz. Fotoğrafla ilgili olsun olmasın, toplumdaki her birey, gündelik yaşamda hepimizin karşılaştığı olaylar, sorunlar, rutinler nedeni ile yoğunluğu azalan ya da çoğalan bir yabancılaşma hissi ile karşılaşabilir. Çoğu zaman deneyimlediğimiz bu duygunun kaynağı konusunda hiçbir fikrimiz yoktur, bu daha da rahatsız edicidir. Kitapta yazar biraz da bunlara değiniyor; gündelik yaşamda hepimizin karşılaştığı ve olağan saydığı şeylerin olası bir yabancılaşma durumu üzerinde nasıl bir etkisi olabileceğini irdeliyor, pek çok yerde okuyucuyu kendi ile yüzleşmeye davet ediyor. Diğer yandan roman kahramanının bir fotoğrafçı olması ve bir fotoğrafçının yukarıda sözünü ettiğim yabancılaşma süreci yazar tarafından bir parça daha ileri götürülerek, kitabın son derece gerilim yüklü bir kurguya sahip olmasına neden olmuş. Yazar röportajlarında zaten amacının bu olduğunu, psikolojik gerilim tarzında romanlar yazmayı tercih ettiğini belirtiyor.
Kitabın, fotoğrafı kullanarak oluşturduğu yüksek gerilimdeki kurgusuna çok yakıştığını düşündüğüm iki konuya daha değinmek isterim.
Birincisi kitabın kapağı… Kapakla karşılaşan okuyucuya kapak daha baştan gerilim yüklü bir romanın içine gireceğini haber veriyor. Kapağı gören çevremdeki pek çok kişi kapağı korkutucu bulduklarını belirttiler.
İkinci konu ise kitap boyunca yazarın kullandığı cümle ve ifadeler. Yazarın, yukarıda da alıntıladığım söyleşisinde belirttiği gibi “kısa, net fakat etkili cümleler” ile okuyucunun kafasında tek tek fotoğraflar oluşuyor. Örneğin daha ilk sayfalarda kullandığı “Bürokrasi mavisi…”, “Kahredici bir dinlenmişlik hissi…” (sf.12). Bu ifadelerin geçtiği bölümlerde roman kahramanı fotoğrafçı ile öyle bir özdeşleşme içine giriyorsunuz ki, “Bürokrasi mavisi…” dediğinde gerçekten de devlet kurumlarında, bir tanıdık olmadan işinizi asla halledemeyeceğiniz o sıkıntılı süreç, mavi gömleği ile size bakan bir devlet görevlisinin fotoğrafı olarak zihninizde canlanıveriyor. Yine örneğin “Ben de çayımdan bir yudum aldım. Ağzımın içini kaplayan jelatin boydan boya yırtıldı.”(sf. 29) cümlesi ile o yırtılma ve dehşet hissini iliklerinize kadar hissederken, zihninizde fotoğraf makinesinin anı donduran o sesi kulaklarınızda çınlıyor, fotoğrafçının içinde bulunduğu sahne gözünüzün önünde donup kalıyor. Bir sonraki cümle ile, bir sonraki fotoğraf karesine geçiş yapıyorsunuz. Ayrıca roman o kadar sade bir kurguya sahip ki, kitabın bu özelliği de okuyucuyu “fotoğraf”a yaklaştırıyor.
Hakan Bıçakcı oldukça genç yazarlarımızdan. Karanlık Oda onun beşinci kitabı. Kendisi aynı zamanda reklam yazarı olarak çalışıyor. Kitabı özgün fotoğraf kareleri ile dolu bir albüm gibi, aynı zamanda sıra dışı bir fotoğraf yolculuğu. Bu kitapta elbette her okuyucu kendine dair bir şeyler bulabilir, ama fotoğrafla ilgili okuyucuların kitabı göreceli olarak kendilerine biraz daha yakın bulabilecekleri, kendi fotoğraf yolculukları ile yüzleşerek, iyi bir irdeleme şansı bulabilecekleri inancındayım.
Karanlık Oda’nın edebiyatımızın pek de alışık olmadığı bir türde yazılmış bir roman olduğunu düşünüyorum. Bence bu kitabın ve dolayısıyla Hakan Bıçakcı’nın hem en önemli başarısı hem de edebiyatımıza en önemli katkısı bu: alışkanlıklarımızı bozması.
Her yaşamın bir karanlık odası vardır. Sanatçılar karanlık odalardan romanlar, filmler, resimler ve fotoğraflar çıkartmayı bilen insanlardır…
Son söz: Karanlık odalarınıza dikkat edin!..
Radikal Kitap (Kapak Söyleşisi) / Burcu Aktaş / 11 Aralık 2010
İnsan karanlık bir varlıktır
Türk edebiyatında sessiz ve derinden yolculuk yapan yazarlardan Hakan Bıçakcı. Sessiz, dediysem yanlış anlaşılmasın, sakin, mütevazı bir yazar anlamında söylüyorum. Yoksa romanları çoksesli olacak kadar güçlü. İlk kitabından bu yana her defasında adımlarını biraz daha sağlamlaştırdı Bıçakcı. Bu yazının konusuysa biraz ‘karanlık’. Çünkü yazarın altıncı kitabı, beşinci romanı ‘Karanlık Oda’da, Hakan Bıçakcı, tarzı olan psikolojik gerilime devam ediyor. Gündelik hayatın nesnelerini gerilim unsuru olarak kullanan Bıçakcı yeni romanında da bu kuralını bozmuyor.
Yazarın bu kez başkarateri bir fotoğrafçı. Geçmişin, karanlığın, kimi zaman belirsizliğin temsili olarak fotoğrafı kullanıyor hikâyesinde. Düşüncelerinin okunduğunu zanneden ve bundan ölümüne korkan fotoğrafçı, her sabah uyandığında vücudundaki diş izlerine bir yenisinin daha eklendiğini görür. Kimi zaman bir düğün salonunun, kimi zaman bir otobüsün, kimi zaman alışveriş merkezlerinin mekân olarak kullanıldığı romanın içinde bugüne dair çok şey var. Takıntılı ve en çok kendinden korkan bir adamın, orta sınıf hallerinin, hayallerinin romanı ‘Karanlık Oda’yı yazarıyla konuştuk.
‘Karanlık Oda’da başkarakteriniz bir fotoğrafçı. Fotoğrafın burada bir yüzleşme aracı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Başkarakterin fotoğrafçı olması tesadüf değil tabii. Fotoğrafçılık, karakterin bir mesleği olsun diye, yani iş olsun diye romana eklenmiş bir ayrıntı değil. Karakteri şekillendiren önemli bir unsur… Bu mesleğin hem karakter hem de genel olarak romanın kurgusu ve anlamı açısından birçok önemi var. Romanda takıntılı bir fotoğrafçının gözünden bakıyoruz dünyaya. Onun estetik kaygıları ve abartılı ayrıntıcılığı var hep işin içinde. Metnin dilinde, ritminde, satır aralarında ve görsel düşünmeye çalışan tavrında da fotoğrafçılık mesleğinin etkisi var. Yani bir fotoğrafçının filtresinden geçen, onun objektifinden görünen bir bakış açısı var kitapta. Bir tür kadraj hissi… Aynı zamanda romanın arkada planındaki ‘kayıt’ meselesine de gönderme yapması açısından önemli buluyorum karakterin fotoğrafçı olmasını. Zihnimizdeki kayıtlı geçmişin değişkenliği… Bir fotoğraf karesi gibi sabit kalamayışı… Yaşanmakta olan anın gerçekliği, somutluğu, değişmezliği… Tüm bunlara gönderme yapması açısından her anı kaydetme iddiasındaki fotoğraf kavramı roman için çok önemli.
Geçmiş biraz da cehenneme yakın bir şey çoğu zaman. Siz de bir Huxley alıntısı yapmışsınız: “Belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir.” Bunu roman ve sizin cehennem kavramınız üzerinden konuşabilir miyiz?
O alıntı fotoğrafçının gittiği tuhaf mahalleye bir gönderme. Bir tür bilinç düzeyini andıran o karanlık mahalle birçok açıdan bir cehennem… Benim yazma anlayışımda da karanlık ve cehenneme yakın bir dünya olduğunu söyleyebilirim. Kişi sayısı kadar cehennem tasviri olan bir dünya… Herkesin kendi takıntılarıyla ördüğü, farklı gerçeklerden kaçtığı, bambaşka şeylerden korktuğu kişiye özel cehennemler… Bu cehennemvari atmosferin bir sebebi de içe dönük yolculukları anlatmayı denemem sanırım. Dış dünyayı anlatıp ona bir tür ayna tutmaktansa bireyin içine doğru bir pencere hatta bir tünel açmayı tercih ediyorum. Bu denemelerin sonu da beni hep karanlık noktalara götürüyor. Dipsiz kuyulara doğru bir iniş süreci… Çünkü insanın iç dünyası karanlık. Aşağı indikçe daha da kararıyor. Genel olarak insan karanlık bir varlık bence. Ve benim ilgimi çeken de onun bu karanlık tarafı. Bu tabii ki bana özel bir durum değil. Yüzyıllardır çoğu sanatçının çıkış noktası olmuş bir konu bu. İnsanın karanlık tarafı, bilinçaltı deyince de ister istemez cehenneme doğru bir yolculuk başlıyor.
Siz bilinçaltı deyince de benim aklıma vazgeçilmeziniz olan rüyalar geliyor…
Rüyalar benim için değil ama romanlarım için çok önemli. Rüyaların sembolik boyutunu metne katmayı seviyorum. Rüyaları kullanmak biraz da teknik bir tercih aslında… Rüyaları romantik bir boyuttan çok işlevsel bir numara olarak görüyorum yazarken. Gerçeği daha iyi kavramak için gerçeklikten uzaklaşma denemeleri… Sembolik anlatılara yer vermek için ayrılmış özel bir şerit gibi kullanıyorum rüyaları. Bu şeritten sızmalar da olmalı tabii ki. İki yöne de doğru… Karakterin kendisi hakkında bildiklerinin dışına çıkmak okura da romanın farklı bir boyutunu gösteriyor. Rüya bölümleri başka türlü şeyler görme fırsatı bulduğumuz serbest bir alan. Oradaki serbest ve yer çekimsiz ortamı seviyorum. Gündelik hayata tuhaf göndermeler yapan absürt rüya sahnelerinin anlatıma ayrı bir boyut eklediğini düşünüyorum.
Romanlarınıza baktığımızda karakterlerinizin orta sınıf olduğunu söyleyebiliriz. Böyle olunca orta sınıf hallerini bol bol buluyoruz. Orta sınıf sizi neden bu kadar çok etkiliyor?
Film ya da roman gibi olan hayatlar vardır ya, işte o hayatlardan uzak durmaya çalışıyorum. Dışarıdan bakıldığında bir pırıltısı, derinliği, ilginçliği yok gibi görünen hayatların üzerine gidip onu kazımayı tercih ediyorum. Orta sınıf bir çelişkiler yumağı. Kendisiyle yüzleşme fobisini en şiddetli yaşan kitle orta sınıf sanki. Umut Sarıkaya’nın “Varoşların travması olmaz” diye çok sevdiğim bir lafı var. Geçen ay izlediğim “Çoğunluk” filminde de müthiş bir Türk orta sınıf temsili vardı. Benim orta sınıfı analiz etmek gibi bir niyetim yok. İstesem de beceremem zaten. Ancak ‘Karanlık Oda’daki fotoğrafçı karakteri de bu sınıftan. Biraz daha sanatçı reflekslerine sahip… Uluslararası sergilerde boy göstermek isterken Akmerkezvari bir alışveriş merkezinde vize için vesikalık fotoğraf çekerek geçiyor ömrü. Yine dev gibi bir çelişki… Zaten karakterin kendini ısırma hastalığının, kendine dönük yamyamlık durumunun arkasında da bu tür çelişkiler var. Kendisiyle yüzleşememe sorunu yani. Kendisiyle yüzleşemedikçe de kendini yiyip bitiriyor. Kelimenin tam anlamıyla hem de. Yazarken elim hep orta sınıf karakterlere, önemsiz ve derinliksiz gibi görünen asosyal insanlara gidiyor. Onların hayatları roman gibi değil diye belki de. Belki de tanıdığım bir dünya olduğu için…
Psikolojik gerilim diyoruz sizin romanlarınıza. Gerilimi ya da korkuyu doğaüstü güçler ya da yaratıklarla yapmak yerine sıradan karakterleri kullanıyorsunuz. Neden?
Fantastik edebiyat deyince akla ejderhalar dünyası geliyor. Fantastiklik aslında belirsizlik üzerine kurulu bir anlam dünyası… Fantastik denen şey okurun bütün bunların gerçekleşip gerçekleşmediğine dair kararsızlığından beslenir zaten. Korkuyu bir araç olarak görüyorum ve korkuyu yaratan araçları özellikle gündelik hayatın içinden seçiyorum. Bunu hayaletlerle, hortlaklarla, vampirlerle, canavarlarla falan değil de, asansörle, dolmuşla, mahalledeki esnafla, evin koridoruyla yaratmayı seviyorum. Bunlar gerçekten bizim etrafımızı saran ayrıntılar. Olayların bu ortamların içinde geçmesi empati sürecini de kuvvetlendiriyor. Aynı zamanda okurun kaçma lüksünü de ortadan kaldırıyor. Ejderhalarla ilgili bir dünyayı okurken ister istemez olaylara çok ciddi bir mesafeden bakarsınız. Çünkü kitabı kapatıp camdan dışarı baktığınızda ortalıkta uçan bir ejderha falan göremezsiniz. Bu da size belli bir konfor sağlar. Panik yapacak bir şey yoktur yani. Ama örneğin bir asansör korku öğesi olarak gösteriliyorsa iş değişir. Kitabı okurken asansörün sesini duyabilirsiniz, orada olduğunu bilirsiniz. Gündelik hayattan fırlayan dehşet figürlerini fantastik anlatıya daha yakın ve daha sarsıcı buluyorum. Sanatın konusu olmayacak nesnelerle ve temalarla sanat yapmanın bir yansıması gibi görüyorum bu korku anlayışını.
Şöyle bir ironi de var aslında… Psikolojik gerilim okumuyoruz ama gündelik hayatta psikolojik gerilimi yüksek bir toplumuz…
Toplum olarak korkuyla ilişkimizi çelişkili ve ikiyüzlü buluyorum. Korkuların içine gömülmüş bir hayat var ortada. Bu bize özel bir durum değil tabii. Amerika’dan başlayan ve dünyaya yayılan bir gerçek var: Korku kültürü… Korku imparatorluğu da denebilir. Günümüzde ideolojik değerlerin yerini korunma ihtiyacı aldı. Liderler de bizi koruma vaadiyle ortaya çıkıyorlar artık. Bize yeni bir dünya vaat etmiyorlar. Olanı korumaya odaklanmış durumlar. Dünyayı korku yönetiyor. Benim kullandığım korku metaforları bu durumun dışında tabii. Terör, işsizlik gibi adı konmuş korkuları konu etmiyorum. Benim odaklanmaya çalıştığım haber değeri olmayan çok daha bireysel hatta kişisel korkular. Haber değeri olan, istatistikî verilerle desteklenen, ortak korku haritasında kocaman yerleri olan durumlar değil. Şöyle bir çelişki daha var: Korkuyla yönetilmemize rağmen sadece Allah’tan korktuğunu söyleyen bir toplumuz. Delikanlılığın kitabında korkaklığa yer yok. Böyle bir ortamda psikolojik gerilim kitaplarına da pek yer olmuyor haliyle.
Romanda gelecek belirsizleştikçe insanların geleceği belirleme arzunun altını çiziyorsunuz. Falın ve kişisel gelişim kitaplarının patlaması buna bağlı belki diyor yarattığınız karakter. Bu geleceğin belirsizleşmesi durumunu konuşalım mı biraz…
İçinde bulunduğumuz durumu, yeni neslin ve kendi kuşağımın dünyaya bakışını pek iç açıcı bulmuyorum. Her türlü bilgiyi elinin altında tutan ama sorgulama yeteneğinden yoksun, gelecekten ne beklediğini, geçmişte tam olarak neler olduğunu bilmeyen bir çoğunluk var. Genel izleyicinin durumu düşündürücü yani. Fal örneği kişisel gözlemim. Her gün İstiklal Caddesi’nde yürüyen biri olarak fal çılgınlığının gözle görülür tırmanışına bizzat tanık oldum. “Kahve sizden fal bizden” söylemi yükselen değer. Kişisel gelişim kitapları da öyle. Geleceği ve genel olarak yaşamı belirsizleştikçe insanlar bu tarz kaçış noktalarına yanaşıyorlar. Roman karakterinin aklından da fal baktırmak geçiyor sonlara doğru. Hayat karşısında ne kadar pasifize olsa da, fal baktıracak kadar düşmüyor. Kendine olan saygısını koruyabilmek adına o kadar alçalmıyor. Şunu da söylemeliyim. Falla, kişisel gelişim kitaplarıyla alay etmek değil amacım. Her şeyin yolunda olduğunu bize çaresizce bağıran milli piyango kültürünün elemanlarının bu kadar ciddiye alınmasından korkuyorum. Ben bunlarla eğlenmiyorum yani, kitleler tarafından bu kadar ciddiye alınmasından rahatsızım. Ve bu rahatsızlığımın altını çiziyorum. Bu huzursuzluk, roman kahramanında da var.
Romanın en anlamlı mekânlarından biri düğün salonu… Orada insanların içmeden ve içtikten sonraki hallerini, sahteliklerini görüyoruz. Düğün salonunu kullanırken aklınızdan neler geçiyordu?
Orada beni çeken şu oldu. En özel veya en mutlu gün diye adı konmuş günler var. Herkes bu günü hayatında bir kere yaşıyor. Herkes bir kere evleniyor diye bir genelleme yaparsak tabii. Her ayrıntıya aşırı derecede özeniliyor falan. Ama orada, düğünlerin yapıldığı otelde fotoğrafçı olarak çalışan bir insanın gözünden baktığımızda bu en özel günlerin hepsi birbirinin aynı… Aynı özel gün her Allahın günü bire bir aynı şekilde tekrar ediyor. Benim için önemli olan nokta bu oldu. Herkesin bir kere yaşadığı ve çok özendiği günün orada görevli bir personelin gözüyle aslında ne kadar sıradan, içi boş ve sinir bozucu bir tekrardan ibaret olduğunu görüyoruz. Mekânda patlayan flaşlar o anı ölümsüzleştiriyor ama ortada ölümsüzleştirmeye değer bir şey var mı? Karakter ezbere biliyor artık ne zaman ne olacağını. Hangi noktada Frank Sinatra’nın bitip kasap havasının gireceğini, ne zaman ceketlerin çıkacağını, terleneceğini, makyajların akacağını… Orta sınıfın, hatta insanlığın parodisi de var tabii burada. Kara mizah da. Batılı gibi görünmeye çalışanların, kelimenin tam anlamıyla içinin çıkması durumu da resmediliyor. Bu tek başına, edebiyat için yeni bir konu sayılmaz. Bana ilginç gelen, bunu her gün yaşayan birinin gözünden bakmak.
Taraf / Sibel Oral / 23.01.2011
Herkese değil, meraklısına
Hakan Bıçakcı’yı ilk kez 2002 yılında yayımladığı Romantik Korku kitabıyla tanıdık. Sonrasında Rüya Günlüğü, Boş Zaman, Bir Yaz Gecesi Kâbusu, Apartman Boşluğu geldi. Geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınları etiketiyle yayımlanan Karanlık Oda ise 2010 yılının en iyi 50 kitabı seçkilerinde yer aldı. Karanlık Oda, tedirgin edici bir roman… Hakan Bıçakcı’nın tarzının en güzel yanı bu kadar tedirgin edici, gerilimli ruh halini yazarken bir yandan da gerçeklikten kaçmaması. Yani her şey gerçek, durum tamamen insanî ve cesaretimiz varsa bizi kendi korkularımızla sert bir şekilde yüzleştirecek cinsten… Bıçakcı’nın hayal gücü bizim sanrılarımızın gerçekliği bir bakıma. Bu yüzden de herkese değil; meraklısına…
Faulkner yazarın tekniğinden öte hayal gücünün esiri olması gerektiğini söylemişti. Karanlık Oda bunu düşündürüyor insana. Ben senin öncelikle hayal gücünün esiri olduğunu düşündüm okurken… Ne dersin, nasıl bir ruh haliyle yazdın romanı?
Önce hayal gücü geliyor tabii. Olay örgüsü, atmosfer, karakterler şekilleniyor yavaş yavaş. Sonra da tüm bu hayal edilenleri bir arada tutacak, aralarında bağlantılar kuracak, onları belli bir izlekle sunacak teknik meselesi geliyor. Ama teknik de en az hayal gücü kadar önemli bence. Çünkü bir şeyin nasıl anlatıldığı, en az ne anlatıldığı kadar önemli. İyi bir teknikle aktarılmayan hayal gücünü eksiklik olarak düşünüyorum.
Romanda kasvetli ve karamsar bir hava var. Ancak ben böyle bir ruh haliyle yazmadım. Kitaptaki salaş havayı ve dağınıklık hissini hakkıyla yaratabilmek için derli toplu, inadına düzenli bir çalışma süreci gerekiyordu.
Ve hatta İsimsiz kahramanının da esiri olmuş ve belki yazar kontrolünü kaybedip kahramanının peşinden sayfa sayfa gitmişsin desem? Yazım sürecinde kahramanınla ilişkin nasıldı?
Kahramanla arama belli bir mesafe koymaya, ona uzaktan bakmaya gayret ettim hep. Onu yaratırken kendimden çok olması gerekene odaklandım. Kendimi onun yerine koyup duygularımı kâğıda dökmedim yani. Duygulardan çok fikirlerden yola çıkmaya çalıştım. Duygu konusunda da, kendi duygularımı bir kenara bırakıp kitap özelindeki duygulara yoğunlaştım.
Yani aslında kahraman benim peşimden geldi. Ama ben onun peşinden gitmişim gibi bir illüzyon yaratabildiysem ne mutlu bana. Çünkü bu kurgunun sırıtmadığı ve karakterin inandırıcı olduğunu gösterir. Okunan karakteri birinin yaratmış olduğu hissi ne kadar zayıf olursa edebiyat o kadar güçlü olur bence.
Kurguda gerçekle sanrıları bu kadar iç içe geçirmiş olmanın öncelikli nedeni nedir?
Kaygan zeminlerde cereyan eden tekinsiz durumlar beni çekiyor. Yazarken kafam hep bu sulara gidiyor. Fantastik anlatının en temel özelliği de belirsizlik duygusu zaten. Gerçekle sanrının iç içe geçtiği yarı uyanık bir atmosferi var romanın. Zaten kitabın ilk cümlesi, “Uyuyakalmıştım”.
Bu biraz da estetik bir tercih… Kesin yargıları olan, olaylara yüzde yüz hakim bir yazarın arka planda hissedilmemesini önemsiyorum. Okurun metne sadece “Neler oluyor” diye değil “Hangileri gerçekten oluyor, hangileri kahramanın kafasında dönüyor” diye bakmasını daha zengin bir okuma biçimi olarak görüyorum.
Ve fotoğraf… Kahramanımızın fotoğrafla ilişkisini kurarken temele aldığın neydi?
Fotoğraf yaşananları olduğu gibi resmeder. Yaşadıklarını olduğu gibi resmedemeyen roman karakteriyle bir tür tezat halinde yani… Temelde böyle bir çelişki var.
Ayrıca romanı bir fotoğrafçının gözünden anlatmanın da kendine has bir üslubu oluştu. Olaylara objektiften bakar gibi, kadraj hissiyle desteklenen bir göz…
Ayrıntılarda seçici, takıntılı bir bakış açısı… Fotoğraf duygusunu ve onun kayıt hissini tüm romanın fonuna yaymaya çalıştım.
Romanda Zweig’tan bir alıntı var. Geride kalmış olan geçmişin artık o kişiyi değil, bir başkasını ilgilendirdiğine dair. Bu durum hep beni düşündürmüştür. Bu düşünceyi Karanlık Oda’ya buyur etmenin sendeki sebebi nedir?
O alıntı ikinci bölümün girişinden. Ve o bölüm karakterin geçmişine tanık olduğumuz kısım. Geçmişi roman olarak yazıldığına göre gerçekten ondan çok başkalarını ilgilendiriyordu bu anlatılanlar. Bu duruma gönderme yapan bir alıntı o. “Başkası” dediğimiz hem karakterin daha yaşlanmış olan kendisi hem de okur oluyor. Aynı zamanda karakterin şizofrenik yapısını da destekliyor.
Yazılanın kurmaca olduğunu, yaşandığı için değil okunması için kaleme alındığını açık eden postmodern bir yaklaşımı da var o alıntının.
Biraz da korku ve gerilim edebiyatı hakkında konuşmak isterim. Sen en çok hangi tarzda okursun; korku mu gerilim mi? Başucu kitap ve yazarların kimler?
Korku ve gerilim türünü edebiyattan çok sinemada takip ediyorum. David Lynch’in fanatiğiyim. Hayran olduğum yazarlarınsa hiçbiri korku-gerilim türünde yazmıyor. Tanpınar, Kafka, Canetti, Wilde, Ballard, Nabokov, Sartre, Proust en sevdiğim yazarların ilk aklıma gelenleri. En çok okuduğum tarzsa sosyoloji ve inceleme kitapları… Klasik korku romanlarını, gotik edebiyatı falan pek sevmiyorum.
Enis Batur bir röportajında “Genç edebiyatçıya şöyle bir seçenek sunuluyor: Kendi halinde olma, medyatik ol” dendiğini söylemiş ve aksi takdirde genç yazarın işinin zor olduğunu söylemişti. Sen katılıyor musun, ne düşünüyorsun bununla ilgili?
Çok karamsar ama maalesef çok da doğru bir tespit… Okurların seni keşfetmesini beklemek safça bir tutum. Kimse seni keşfetmiyor. Birileri keşfettiriyor. İmaj çağı böyle bir şey. Ne yazdığın değil nasıl bir yazar olarak tanımlandığın önemli. Kimsenin senin için kafasında bir imaj oluşturmaya niyeti ve vakti yok. Önceden hazırlanmış bir imajla birlikte tüketiliyor sanatçı. Acı ama gerçek…
Bana yıllarca medyadan uzak duran yazar yakıştırması yaptılar sağ olsunlar. Ancak benim böyle asil bir duruşum olmadı hiç. Medya benden uzak duruyordu. Karanlık Oda’ya ilgi çok daha yoğun oldu. Yine de medyatik olmak beni tedirgin eder. Çünkü şunun farkındayım: Kitaplarım içerik olarak kitlelerle kucaklaşabilecek şeyler değil. Herkese ulaşmak gibi bir niyetim yok yani. Bu bir pazarlama hatası olur. Bu tür anlatılara meraklı olanların haberdar olması yeterli. Karanlık Oda’nın isminde de, kapak tasarımında da, arka kapak yazısında da bu kaygı sezilebilir. Herkese değil, meraklısına…
Son olarak edebiyatın, yazmanın gayesini sormak istiyorum. Ne ifade ediyor senin için?
Yazmanın benim için ifade ettiği sabit bir duygu, temsil ettiği tek bir değer yok sanırım. Değişken bir durum söz konusu… Bazen hayati önem taşıyor. Bazen de son derece anlamsız geliyor. Belirlenmiş bir amacı olmayan, motivasyonu karmaşık bir süreç benim için edebiyatla uğraşmak.
Yazmamın gayeleri arasında yeni bir şeyler deneme merakı, beni heyecanlandıran bir öyküyü birileriyle paylaşma refleksi ve fark edilme kompleksi var sanki.
Cumhuriyet / Erdem Öztop / 06.01.2011
Karararak daralan bir yaşam
Hakan Bıçakcı yeni kitabıyla İletişim Yayınları’na geçti. “Karanlık Oda” adını verdiği bu yeni romanında, yalnız bir adamın yabancılaşma sürecini, onun iç dünyasına içerden bir yaklaşımla ele alıyor. Bunu yaparken de, oluşan yenidünya düzenine, kokuşarak yükselen değerlere karakteri üzerinden eleştiriler yöneltiyor. Gerilim türünün başarılı yazarı Hakan Bıçakcı’yla yeni romanını konuştuk.
Karanlık Oda’yı bitirdiğimde önce şu soruyla başlamak istedim, önce bunun yanıtını almalıyım diye düşündüm: 2008’de yayınladığın Apartman Boşluğu’ndan bu yana geçen sürede, yazarlık serüveninde ne gibi iç değişimler yaşadın, biraz değinir misin?
Büyük değişimler yaşamadım aslında. Zaten yeni roman da bambaşka bir havada değil. Yine de nelerin edebiyatın konusu olup nelerin olamayacağı konusunda daha az tutucu olduğumu düşünüyorum zaman geçtikçe. Neden sonuç ilişkilerini daha gevşek bırakma, olay örgüsünü daha serbest bir havada kurma, konuyu daha az karakter kullanarak anlatma konularında daha rahat hissediyorum kendimi.
Karanlık Oda’yı bir iç gerilim romanı olarak tanımlandırabilir miyiz, ne dersin?
Kesinlikle. Dışa dönük değil içe dönük. Korku değil gerilim. Kendisi dahil her şeye yabancılaşmış zamane bireyinin iç dünyasına indikçe gerilim artıyor ister istemez. Belirli bir tansiyonu korumaya ve anlatının dışa değil içe dönük olmasına en az anlattığım şeyin ne olduğu kadar önem veriyorum.
Bölüm arasında alıntıladığın şu cümle sanıyorum baştan beri anlatmak istediğimi dillendirecek: “Belki de bu dünya, başka bir gezegenin cehennemidir.” Sadece kahramanının değil, aydınlanmaya başlayan tüm dünya üzerindeki bireyin sıkıntısı var bu dünyayla, katılır mısın? Vurguyu buraya mı versek?
Öyle tabii. Yenidünya düzenine, kokuşarak yükselen değerlere, hatta akılcılığa karşı bir sıkıntı var romanda. O alıntı işi çok süslü anlatıyor. Romanda da aynı şeyi daha soğuk ve ayrıntılı bir şekilde anlatmaya çalışıyorum aslında.
Karanlık odadan kastımız da dünya olacak öyleyse?
Roman kahramanı fotoğrafçı olduğu için “Karanlık Oda”nın iki anlamı var. Biri mesleğiyle ilgili… Yani sanatçının üretim süreci boyunca etrafını saran atmosfer… Kapandığı hayali oda… Diğeri hayatıyla ilgili… Bu da bir anlamda dünyanın kendisi oluyor tabii. Karakterin etrafını saran, ağır ağır karararak daralan bir yaşam… Bir tür klostrofobi hissi…
Baksana, tüketimi mecbur kılınan firma adlarını (IKEA, McDonalds v.b.) bile eleştirmek için vurgulu vurgulu kullanıyorsun, yanılıyor muyum?
Çıkışsız bir bireyi anlatırken olayın fonunda bu markalara, merkezinde de bir alışveriş merkezine yer vermek istedim. Bunlar hem kurguya daha gerçekçi bir boyut katıyor hem de o dünya markalarını bu çıkışsız ortamı yaratan elemanlar arasında gösteriyor.
Fotoğrafçı olarak yarattığın karakterin fotoğraf üzerine kaygıları büyük. Bir yere gelememe sıkıntısı çekiyor! Bunun üstüne rüyalar ya da kabuslar eklenince ‘dünyası’na, sayısız işkencelere maruz kalıyor iç dünyasında! Sanıyorum yeni dünya düzeninde savaşın psikolojik olacağını muştulayanların kastı bu olsa gerek?
Adı konmuş büyük korkulardan çok belirsizliklerden kaynaklanan tuhaf ve tekinsiz durumların yarattığı son derece bireysel korkular var romanda. Hiçbir savaşta yer alamayacak kadar inançsız bir karakter var. Onun savaşı kesinlikle psikolojik. Ama hangi tarafta ve ne için savaştığı belirsiz. En büyük düşmanı da kendisi…
Bu türde, gerilimli romanlar yazmaya devam mı edeceksin… Belli ki senin de sıkıntın devam ediyor…
Yazarken şahsi sıkıntılarımdan yola çıkmıyorum aslında. Kendi duygumdan çok okurda yaratmak istediğim duyguyla ilgileniyorum. Şimdiye kadar yakın türde romanlar yazdım. Etrafında dolaştığı temalar ve arka plandaki tezler değişse de yaratmaya çalıştığım atmosferler ve karakterler yakın oldu hep. Bunun böyle devam edip etmeyeceğini yeni bir şeyler yazmaya başlayınca anlayacağım.
Notos / Semih Gümüş / Şubat-Mart 2011
“Kurmacanın imkânlarının zorlanmasına kimsenin tahammülü yok.”
Hakan Bıçakcı’nın yeni romanı Karanlık Oda, yazarın önceki kitaplarından daha çok ilgi görüp daha çok tartışıldı. Yaşadığımız hayatın karanlık yüzüne dönük romanları yüzünden mi öne çıkmıyor, yoksa edebiyat dünyasının eleştirel sezgilerinin kısıtlarından mı biraz uzakta kalmıştır Hakan Bıçakcı, bunları da tartışmak istedik. Hakan Bıçakcı en genç kuşağın, kendine özgü dünyası ve ustalığıyla şimdi daha çok bilinen yazarları arasında ilk akla gelenlerden mi olacak? En azından, yazacaklarının bundan sonra daha çok ilgi çekeceğini belirtebiliriz.
Hakan Bıçakcı da görünmez yazarlar arasında. Sanki o da Yalnızlık Burcu’ndan. Üstelik genç. Bir seçim mi bu?
Görünmemek benim tercihim değil. Medyanın ve popüler kültürün tercihi… Aksini söylemem çok daha havalı olurdu biliyorum ama gerçek böyle.
Ancak ortada şöyle bir seçim var tabii. Hayatın karanlık tarafıyla ilgilenen psikolojik gerilim romanları yazınca görünmez olmayı da seçmiş oluyorsunuz bir anlamda. Kitleler kendilerini iyi hissettirecek, kafalarını bulandırmayacak, içe değil dışa dönük “eserler” peşinde…
Kimi usta yazarlar, aslında romanın özünün insan psikolojisi olduğunu söyler. Hakan Bıçakcı’nın yazdıkları da böyle bir anlayıştan mı çıkıyor?
Ben roman karakterinin başından geçenlerden çok kafasının içinden geçenlerle ilgileniyorum. Olay odaklı değil atmosfer ve psikoloji odaklı anlatımları tercih ediyorum. Bu türü daha etkileyici bulduğum ve yazım tarzımın bu türe daha yatkın olduğunu düşündüğüm için böyle bir tercihim var. Ustalıktan çok, okumak isteyeceğim ve yazmayı becerebileceğim şeyler peşindeyim yani.
Yazdıklarınızda psikoloji mi, gerilim mi geliyor önce?
Zor bir soru… Psikoloji sanırım. Gerilim, söz konusu psikolojiyi yansıtmak, tansiyonu yüksek tutmak için etkili bir araç. Ama sadece bir araç da değil tabii. Ne anlattığım kadar nasıl anlattığımla da ilgileniyorum çünkü.
Yeni romanınız Karanlık Oda’nın kahramanın fotoğrafçı olması, dolayısıyla hayata bir fotoğrafçının bakışı açısından bakması, romana bazı olanaklar sağladı mı?
Kesinlikle. Takıntılı bir fotoğrafçının gözünden, objektifinden hatta filtresinden bakıyoruz romandaki olaylara. Bu da kitaba sinematografik bir tat katıyor bence. Romanın, görsel yanının güçlü olmasına uğraştığım bir yapısı var. Bu yapıyı kurarken de fotoğrafçının bakış açısı çok işime yaradı. Anlatıya bir kadraj hissi ekledi.
Bir diğer konu da karakterin gerçekliği sorgulayan ya da sorgulatan bir yapısı olması… Bu yapıda birinin gerçeği olduğu gibi koruma, anları hapsetme, ölümsüzleştirme işlevi gören fotoğrafla ilgilenmesi tuhaf ve çelişkili bir durum. Bu çelişkiyi özellikle romanın merkezine oturtmaya çalıştım.
E.M. Forster, “Romancı yaşamın bilinen gerçeklerinden ölümün karanlığına doğru gitmeyi, doğumun karanlığından bilinen geçeklere doğru ilerlemekten daha kolay bulmaktadır,” diyor. Yazdıklarınıza bakınca, Hakan Bıçakcı’nın da böyle bir yaratım sürecinden geçtiği söylenebilir mi?
Ağır konuşmuş. Yaratım sürecimin romanların atmosferi kadar karanlık olmadığını söylemeliyim. Dağılmış bir hayatı anlatmak için son derece düzenli bir çalışma süreci gerekir bence. Karanlığı tüm çıkışsızlığıyla resmetmek için de bu karanlığa belli bir mesafeden ve yarı aydınlık bir yerden bakmak gerekir. En azından bu benim için böyle.
Hakan Bıçakcı’nın roman kişileri pek dikkat çekmeyen, belki sıradan kişiler. Yaşadıkları psikolojik gerilimler de herkesin yaşayabilecekleri. Aslında roman da böyle kişilerden ve onların hayatlarından çıktıkça sahicilik kazanıyor, denebilir mi?
Evet, bu hesaplanmış bir durum. Yazarken roman gibi, film gibi hayatlardan uzak duruyorum. Gerçeküstü diyebileceğimiz bir atmosferi son derece gerçek nesneler, ortamlar ve insanlarla kurmaya çalışıyorum. Dikkat çekmeyen ve sıradan insanların zihninde dönenlere dikkat çekmeye onların sıradan hayatlarının içinde belirsizlikten beslenen tuhaf delikler açarak sıradışı sıçramalar yapmaya çalışıyorum.
Edebiyatımızda korku türünün neredeyse yüzüne bile bakılmadığını söylüyorsunuz. Bunu bir eksiklik saymanızın nedenleri nedir?
Sadece korku değil, fantastik, sürreal anlatılarla da pek ilgilenilmiyor. Kurmacanın imkânlarının zorlanmasına kimsenin tahammülü yok gibi. Gerçek hayat öyküleri, anılar ya da içinde büyük büyük olayların olduğu dramatik hikâyeler ilgi görüyor daha çok. Bu da sinir bozucu bir durum bence…
Altı kitabınız yayımlandı, yalnızca biri öykü. Roman yazmakla öykü yazmak arasındaki uzaklığı da anlatır mı bu?
Öykü de yazıyorum. Öykü türünü çok seviyorum. Ama ayrıntılandırma merakım beni daha çok romana doğru sürüklüyor. Bir odak etrafında dönen anlatılara yoğunlaştıkça ortaya romanlar çıkıyor. Okur olarak olmasa da yazar olarak tercihim roman…
Bu arada yayınevinizi değiştirdiniz. Karanlık Oda son günlerde oldukça ilgi çekti. Apartman Boşluğu da öncekilerden daha çok konuşulmuştu. Gitgide artan bir okur ilgisini gösteriyor mu bu?
Umarım öyledir. Edebiyat medyasının Karanlık Oda’ya olan ilgisi önceki romanlardan daha yoğun oldu. Bu ilgi okura da yansır mı bilemiyorum. Ben yazdıklarım arasında Boş Zaman, Apartman Boşluğu ve Karanlık Oda’yı daha ilgiye değer buluyorum. Hafiften ve gizliden bir üçleme havası da var bu romanların.
Son dönem edebiyatımıza ilişkin bir çoğunluk kanısı var: Yazılanlar birbirine benziyor, deniyor. Sanırım Karanlık Oda bu genelleme içine de girmez, ama siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Karanlık Oda’ya yakın duran anlatılar edebiyattan çok sinemada var bence. Benim yazdıklarım kendi içlerinde birbirlerine benziyorlar ama çoğunluğa benzemediklerini düşünüyorum. Ya da “umuyorum” diyeyim.
İçinde bulunduğumuz dönemi “bir tür boşluk ve yabancılaşma çağı” olarak niteliyorsunuz. Bunun bizim edebiyatımızdaki karşılıkları nelerdir peki?
Boşluk ve yabacılaşma temasını düşününce aklıma başta Kafka olmak üzere modernist yazarlar geliyor. Ve de yine sinemadan örnekler hatırlıyorum. Bizden de Tahsin Yücel’in eski dönem romanları ve Oğuz Atay’ın kara mizahı geliyor ilk olarak aklıma…
Edebiyatımızın son zamanlarında, yazılan romanların ve öykülerin birbirine benzediği eleştirisi yapılıyor. Böyleyse, bunu bir açmaz olarak görebiliriz. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben durumun çok da vahim olduğunu düşünmüyorum. Eskiye göre daha çok tür deneniyor sanki. Polisiye, gerilim, fantastik hatta gotik türde denemeler var. Ama bunlar edebiyatımızı belirleyen ana damarlar arasında değil. Ben de değilim tabii. Ana damar dediğimiz durum özelindeyse bir açmaz manzarası var gerçekten de.
Sanki ciddi bir merak eksikliği de var yazarlarda. Dünyada neler yazılıyor, hangi yenilikçi biçimler aranıyor, pek izlenmiyor. Daha kolay mı yazılıyor? Siz ne düşünüyorsunuz?
Maalesef var öyle bir durum. Benim gözlemim yazarların sinemayı ve görsel sanatları neredeyse hiç takip etmediği yönünde. Plastik sanatlar, enstalâsyonlar, video-art projeleri falan birer uzaylı gibi çoğu yazar için. Hâlbuki kurmacanın ve edebiyatın geleceği biraz da buralarda… Genel olarak deneysel olana kapılıyız gibi.
Kuşağınızın yazarlarından yakınlık duyduklarınız kimler? Eski ustalardan da elbette…
Hakan Günday’ın yazım tarzını çok beğeniyorum, Malafa’da yarattığı atmosfere hayran kalmıştım. Murat Menteş’in de yeri ayrı. Dublörün Dilemması’ndaki kurgusu ve dili harikaydı. Hasan Ali Toptaş’ın romanlarını da çok beğeniyorum. Tuhaf gelebilir ama karikatürist Umut Sarıkaya’nın düz yazılarının da müthiş bir edebi değeri olduğunu düşünüyorum. Murat Gülsoy, Alper Canıgüz, Yekta Kopan, Ayfer Tunç da yenilikçi yaklaşımlarıyla ilgimi hep ayakta tutuyorlar.
Eski ustalardan değişmez yazarımsa Ahmet Hamdi Tanpınar. Yakınlık duyamayacağım kadar hayranım onun eserlerine.
Bundan sonraki kitabınızla ilgili ipuçları verebilir misiniz bize?
Karanlık Oda yeni bittiği için kafam bomboş. Sanki hiçbir şey yazamayacakmışım gibi. Ama her roman bittiğinde böyle oluyor. İleride ne yazacağımı bilmesem de benzer atmosferlere sahip psikolojik gerilim romanları yazmaya devam edeceğimi hissediyorum. Bir ara yeni öyküleri de toplamak istiyorum. Yepyeni, bambaşka şeyler deneme hevesim yok. Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi bilemiyorum.
Akşam / Tolga Tunçel / 27.02.2011
Yazdıklarımdan ‘benim başıma gelmez’ diyerek kurtulamazsınız!
İlk kitabı ‘Romantik Korku’dan bu yana okurlarına tekinsiz yapılar inşa eden Hakan Bıçakçı, yeni romanı ‘Karanlık Oda’da da insan beyninin yüzleşmek istemediğimiz yönlerini kurcalamaya devam ediyor. Bıçakçı, yazdıklarının ‘olağan’ olmadığını kabul ediyor ama ekliyor: ‘Kimse yazdıklarımdan ‘benim başıma gelmez’ diyerek kurtulamaz.’
Yazdığı her kitapla bir öncekine göre daha geniş bir okur kitlesine ulaşan Hakan Bıçakçı, İletişim Yayınları’ndan çıkan son kitabı ‘Karanlık Oda’ ile çıtasını daha da yükseltti. Psikolojik gerilim türünde yapıtlar veren yazar, öncelikli amacının korku değil, insan psikolojisinin karanlık yönlerini kaşımak olduğunu, korkunun bununla birlikte geldiğini söylüyor. Kendiliğinden roman konusu olacak ilginç karakterler yerine, sıradan kişileri ve olayları yazmayı sevdiğini anlatırken yazdıklarının etkileyiciliğinde ‘sıradan’ olgusunun önemini vurguluyor. Biz de Hakan Bıçakçı’yla ‘Karanlık Oda’yı ve odadaki sıradanlığın doğurduğu sıra dışı sonuçları konuştuk.
‘Karanlık Oda’nın bir mecazi anlamı var mı? Bildiğimiz karanlık oda mı yoksa içinde yaşadığımız dünyaya bir gönderme mi?
‘Karanlık Oda’, karakterin etrafını saran dünyayı ifade ediyor. Karakterin üzerine kapanan rutin dünyayı, İstanbul’a ilk geldiğinde kalmaya başladığı ‘personal’ odasını (burada ‘persona’ sözcüğüne de gönderme var) ve odadan kurtulmak isteyip kurtulamayışını, çalıştığı alışveriş merkezini, evini, stüdyosunu… Hepsi üstüne kapanan bir dünya gibi…
David Lynch’e olan hayranlığınızı biliyorum. Romanda yarattığınız atmosfer, akla David Lynch’i getiriyor. Burada özel bir gönderme var mı?
Özellikle bir gönderme olduğunu söyleyemem ama David Lynch etkisi kaçınılmaz olarak var. En etkilendiğim sanatçılardan biri. Sadece yönetmen değil bir edebiyatçı olarak da etkilendiğim birisi. Sonuçta o da bir hikâye anlatıyor ve o hikayeyi anlatma tarzı beni etkiliyor. Bu aslında onun öncesine giden bir anlatı ama David Lynch bunu popülerleştirdi. Aslında bunun temelinde fantastik anlatı var ama ben fantastik anlatının hayaletler, ejderhalar gibi öğeleriyle ilgilenmiyorum. Çünkü siz bunu olağanüstü bir anlatı diye paketlediğinizde okur da ‘zaten olabilecek şeyler değil’ diyerek onun etkisinden kurtuluyor. Benim sevdiğim şey, okuru arada bırakmak. Bir şeyler oluyor mu olmuyor mu diye Araf’ta bırakmak. Olağanüstü de olağan da diyemeyeceğimiz şeylerle ilgileniyorum. Okurun ‘bu zaten olmaz, bu benim başıma gelmez’ diyerek kurtulamayacağı şeyler. Romanın, insanların yüzleşemediği korkularını kurcalayan bir yapısı var. Asıl amacım korku değil psikolojik gerilim, korku zaten bununla birlikte geliyor.
Karakterin bir ismi yok. Varsa da roman boyunca okur bunu öğrenemiyor…
Karakterin ruh haliyle, kendisine karşı yabancılaşmasıyla ilgili… Kendisine ve çevresine bu kadar yabancılaşmış birinin isminin de olmaması fikri bana ilginç geliyor.
Tüm roman karakterleriniz birer anti-kahraman ama Tyler Durden gibi hayran olunacak anti-kahramanlar değil. Bu, tercih ettiğiniz bir durum mu?
Kendisi roman gibi, kendisi film gibi olan hayatları sevmiyorum. Okur olarak da izleyici olarak da sevmiyorum. ‘İlginç’ insanları, hayatları anlatmayı kolaycı ve az enteresan buluyorum. Sıradan görünen birinin zihnine girip oradaki ilginçliği çıkarmayı daha çok seviyorum. ‘Hayatımı yazsam roman olur’ klişesinden hoşlanmıyorum, tam tersi hiç de roman olamayacak hayatları romanlaştırmak bana daha ilginç geliyor. Aslında sıradanı, olanı ilginçleştirmek istiyorum.
Romanda, ilk bakışta sıradan ve sıcak gelecek ritüelleri farklı bir şekilde ele alıp rahatsız edici hale getirmişsiniz. Örneğin çocukken gidilen misafirlikler, pazar kahvaltıları gibi ritüeller okuru huzursuz ediyor.
Çok doğru bir yorum. Ben nostaljinin ‘Ne güzeldi’ kısmında değil sıkıntılı, bunaltıcı kısmındayım. O yüzden okurun da böyle hissetmesi hoşuma gider.
Önceki romanlarınızda müzik gruplarına, özel isimlere özellikle yer vermiyordunuz. ‘Karanlık Oda’da ise The Cure’dan Bon Jovi’ye, birçok müzik grubu çıkıyor karşımıza. Değişikliğin sebebi nedir?
Orada çok ince bir nokta var. Özel isimleri vermenin ‘Ben bunu biliyorum ve bununla gurur duyuyorum’ demek ve bunun üzerinden prim yapmak olduğunu düşünüyorum. ‘Bakın ne kadar ilgincim bunu dinliyorum’u hissedince okur olarak midem bulanıyor. Ama ‘Karanlık Oda’da karakter, kompleksleri olan bir tip. Sıradan olmaktan, yırtamamaktan, ‘personal’ odasından hiç çıkamamaktan korkuyor. Fotoğraf sanatçısı olmak için İstanbul’a geliyor ama insanların vesikalık fotoğraflarını çekmeye başlıyor. Bu durumdayken de dinlediği müziklere, indie müzik gruplarına, britpop gruplarına tutunuyor, onları dinlemekten gurur duyuyor. Kendisini içinde bulunduğu toplumdan farklı görüyor. Bu, yazarın gururu değil, karakterin gururu. O bölümler benim de yazarken rahatsız olduğum bölümler ama bu çok doğru bir tespit; önceki romanlarımda hep gizlidir o özel isimler.
Henüz çok gençsiniz ve 5 roman 1 öykü kitabı yayınladınız. Kariyerinizin neresindesiniz, artık olgun bir yazar mısınız?
Hiçbir zaman arkama yaslanıp ‘Ben artık olgun bir yazarım’ diyemiyorum, yeni şeyler deneme dürtüsü ve heyecanı devam ediyor.
Bu zamana kadar hep aynı türde yazdınız. Bundan sonra bu türün dışına çıkıp yeni şeyler denemeyi düşünür müsünüz?
Yakın zamana kadar bu türde devam etmek istiyordum ama artık yavaş yavaş yeni şeyler deneme dürtüsü de kaşımaya başladı. Şimdiye kadar anlatım tekniği olarak farklı şeyler denedim ama anlattığım atmosferler birbirine hep çok yakındı. Belki bu atmosferin dışına çıkarak yeni bir şeyler deneyebilirim.
Genelde politik romanlarda bile aşk öğesine yer verilir. Sizin romanlarınızdaysa durum farklı. Kadın karakterler çok az yerde karşımıza çıkıyor ve gerçek, tutkulu aşklara yer vermiyorsunuz.
Her romanımda kendisiyle ilişkisi karmaşık karakterleri anlatıyorum. Kendisiyle ilişki trafiği zaten karmaşık ve yoğun olan karakterler anlattığım için oraya bir de ikinci bir ilişki trafiği katmak istemiyorum. Mesela ‘Karanlık Oda’daki karakter… Facebook’taki ilişki durumu karışık ifadesi var ya, burada da karakterin kendisiyle ilişki durumu karışık. Bir de bunun dışında aşk konusunu biraz kolaycı buluyorum. Okunacağını, sevileceğini bildiğiniz bir şey paketleyip sunmak gibi geliyor.
Vatan Kitap / Canan Hatiboğlu / 15.01.2011
Korkular konusunda ikiyüzlüyüz, onlarla hesaplaşmıyoruz
Hakan Bıçakçı, isimsiz bir fotoğrafçının gözünden anlattığı son romanı “Karanlık Oda”da gerçeklerle düşler arasına sıkışmış bir adamın hikâyesini anlatıyor. Gündelik ayrıntılardan yola çıkıp gerçekdışı bir dünya yaratma deneyimini sevdiğini söyleyen Bıçakcı, belki de bu yüzden romanında en çok insani korkulardan besleniyor.
Karakterin fotoğrafçı olması bir tesadüf mü? Neden fotoğrafçı?
Kesinlikle tesadüf değil. Burada ben karakterin fotoğrafçı olmasını, kadraj duygusuyla bakmasını ve onun objektifinden görünmesini istediğim için tercih ettim. Bir de takıntılı bir karakter… Bir fotoğrafçının görsel ayrıntılara, normal bir insandan daha fazla dikkat etmesi duygusu, karakterin görsel takıntısını besliyor. Diğer taraftan da karakterin “Geçmiş kapanıp gitmiş bir dönem mi yoksa hâlâ sürüp giden bir süreklik mi?” takıntısı var. Fotoğraf da anları ölümsüzleştirmesiyle öne çıkan bir yapıyken bunu sorgulamaya yardımcı oluyor. Karakterin fotoğrafçı olması, varoluşunun en önemli noktalarından bir tanesi…
Fotoğraf, bir yanıyla gerçeklikten çok kopamayan bir sanat… Karakterin de içinde bulunduğu karabasan hâli de benzer bir şekilde ne gerçeklikten kopabiliyor ne tam rüyanın içine girebiliyor. İkisinin bir ilgisi var mı?
Biraz şizofrenik bir karakter ve bir yandan gerçeği arıyor. Fotoğrafın da gerçekten bir kopamama durumu var. O çelişkiyi de fotoğraf çok iyi vurguluyor. Rüya hâli çok hâkim… Zaten roman “uyuyakalmıştım” diye açılıyor. Ondan sonraki uyanıklık tartışılır bir durum esasında. Biraz rüyalarla gerçekler arasında, geçmişle bugün arasında gidip gelen bir yapısı var.
Gerilim oluşturmada neden rüyaları kullanıyorsunuz?
Ben sürreal olanı, fantastiği, belirsizliği; günlük nesneler, günlük hayatlar, insanlar çerçevesinde çizmeye çalışıyorum. İşin sürreal kulvarı da rüyalar oluyor aslında. Aslında biraz da teknik bir tercih rüyaları romana yerleştirmek… Gerçek hayata karıştırmadığım ama yer almasını istediğim, dışavurumcu ayrıntılar, metaforlar rüyalar yardımıyla ortaya çıkıyor.
Neden özellikle fantastik öğeleri tercih etmiyorsunuz?
Gerçek dışı olanla, gerçek dışı bir atmosfer yaratmayı ben daha az heyecan verici bulurum. Bire bir gündelik nesnelerden, ayrıntılardan yola çıkıp gerçek dışı bir dünya yaratma deneyimini seviyorum. O tekinsizlik ve belirsizlik duygusunu; bunlar gerçekten oluyor mu, olmuyor mu arada kalma durumunu en iyi gündelik ayrıntılar veriyor. Çünkü gerçekten, gerçek dışı bir varlığın boy göstermesi o tereddüdü yok edecek bir şey… Yani bir yerden aniden bir ejderha çıksa bu oluyor mu, olmuyor mu diye tereddüt etmeyiz.
O zaman sizi insanın kendi içindeki korkuları cezbediyor…
Evet, tamamen öyle bir durum var. Kendisiyle yüzleşmesi, yüzleşememesi hatta, onun gerilimi, kendi iç çelişkileri… Burada fotoğraf sanatçısı olmak isteyen bir karakter var ama aynı zamanda bir alışveriş merkezinde vesikalık fotoğraf çekiyor. Ama biz karakterin sadece yaşadığı hayatı takip etmiyoruz. Çünkü bence hayat sadece yaşadığımız şeylerden oluşmuyor. Hayal ettiğimiz bir hayat var, gerçekten yaşadığımız bir hayat var, olmasından çok korktuğumuz, kaçındığımız bir hayat var ve bu hayatlar zihnimizde bir paralel kurgu mantığında bir arada… Karakterin de şizofrenik yapısıyla birlikte bu hayatlar iç içe geçiyor ve hangisi onun hayatı, hangisi fantezi hayatı bilemez noktaya geliyor.
Alışveriş merkezi demişken, kitapta alışveriş merkezi aynı sesleri, benzer görüntüleri kullanan, yaratıcılık yoksunu bir mekân… Tek tip olmak bir yandan güven verirken, diğer taraftan herkesle aynı olmaya zorluyor. Karakteri besleyen şey bu kıstırılmışlık duygusu mu?
Alışveriş merkezi, yani etrafını saran o aşırı düzenli, aşırı plastik dünya yani mevsimlerin kartonlarla değiştiği, müziklerin kontrol altında olduğu dünya aslında bir tür karanlık oda… Hayatla hiçbir bağlantısı olamayan, eviyle işi arasındaki yolu metroyla gidip gelen, distopik bir kapsülü andıran bir hayatın içinde yaşıyor. Ve o kapsülden çıkma çabası var aslında. Vesikalık fotoğraf çekmeyi bırakıp doğru düzgün bir fotoğraf sanatçısı olma çabasıyla da örtüşen bir durum var. Biraz da onun fiziksel temsili aslında…
Ama bir taraftan da bu hayatın güven veren bir tarafı var. Kendi rutininin dışına çıkıp başka mahalleye gittiği zaman bütün dünyası yıkılıyor…
Kesinlikle, zaten o mahalleye gitmek bir anlamda da zihinsel bir süreç… Bütün o düzenli dünyanın dışına çıkma, yaratıcılığın sınırları… Oradaki bir son durak, bir sanat üreticisinin limitleri bir anlamda… O son durağa gelip ötesine geçmeye başladığında işin rengi değişmeye başlıyor. Bu onun sanatına iyi gelse de akıl sağlığına iyi gelmiyor.
Düğün imgesi karakter için neredeyse açı değiştiriyor. Daha önce düğünün içinde bir çalışanken sonrasında konuk hâline geliyor. Bu karakterin kendi içindeki evrimini de simgeleyen bir şey mi?
Bire bir öyle bir anlamı yok, ama bir dirsek teması var. Karakter bir şekilde kendi geçmişine konuk oluyor. Zaten her zaman tekrar eden bir süreç olarak bir düğünün fotoğrafçısı olmak romanda önemli bir mesele… Hayatımızda bir kere diye etiketlenen bir olayı her gün yeniden yaşayan birinin gözlerinden izlerken, o törenlerin ne kadar anlamsız olabileceğini, nereye kadar onlara yabancılaşabileceğimizi görmeye çalıştım ben orada…
Türkiye’de psikolojik gerilim çok okunmuyor, daha çok da yazılmıyor. Değil mi?
Sanki karşılığı sinemada daha çok, benim gözlemim o yönde. Sinemada hem daha çok izleyicisi ve takipçisi var hem daha çok üretiliyor. Edebiyatta biraz kısır kalmış bir konu gerçekten. Bir taraftan gerilimi yüksek bir toplumuz. Diğer taraftan korkularla yüzleşmeme konusunda ikiyüzlü bir tavır da var. Bir tek Allah’tan korktuğunu söyleyen ama korkuların içine gömülmüş bir toplum da var. O toplum yapısı da dışa dönük öyküleri, dışa dönük yolculukları okumayı daha çok seviyor. Birinin başından değil de başının içinden geçen olaylara, o içsel yolculuğa pek katlanmak istemiyor sanki. Hem kendi hesaplaşmamızda bunu yapmıyoruz hem de karakterle empati kurmak istemiyoruz.
Karakterde de bunu diyebilir miyiz o zaman: Kendiyle yüzleşiyor ama bir hesaplaşma yok.
Bir anlamda o da bizim toplumumuzun metropol hayatının bir parçası… O da bu toplumla benzer bir özelliği taşıyor aslında.
Habertürk / Ümran Avcı / 03 Ocak 2011
Aşk teması hazır çorba gibi
Psikolojik gerilim türündeki kitaplarıyla dikkat çeken Hakan Bıçakcı, son romanı ‘Karanlık Oda’da, roman kahramanı olan fotoğrafçının karanlık hikâyesiyle tanıştırdı okuru. Çelişkilerle dolu bir yaşam süren şizofrenik karakterin uykuda kendi kendini dişlemesi ise gerçek hayatta insanların içsel olarak kendi kendini yemesine bir gönderme. Takıntılı ve şizofrenik karakterler yaratan Hakan Bıçakcı, hikâyelerinde aşktan da uzak duruyor. Nedenini de şöyle açıklıyor: “Aşk hazır çorba gibi, hazır bir tema gibi geliyor bana. Üstelik karakterleri bu kadar şizofrenikken ve kendisiyle ilişkisi bile bu kadar karmaşıkken, bir başkasıyla ilişkisi?.. Ayrıca bir insanın kendisiyle olan ilişkisini anlatmak, karşı cinsle aşk ilişkisini anlatmaktan daha enteresan geliyor bana…”
Kitaplarınızda psikolojik gerilim söz konusu. Buna ilgi nasıl başladı?
Sanırım izleyici ve okuyucu olarak başladı. Sinema izleyicisi olarak psikolojik gerilim filmlerinin ayrı bir yeri var bende. Okur olarak da öyle. Sanırım kafamın çalışma şekli de buna uygun oldu. Psikolojik gerilim yazacağım diye yola çıkmadım. Kafamda bir şeyler vardı ve onları kâğıda dökmeye başlayınca kendiliğinden gelişti. Muhtemelen daha önce izlediğim, okuduğum şeylerin de etkisiyle iş psikolojik gerilime doğru gitti. Yani biraz kendi kendine gelişen bir süreç. Hayatla ilgili bir meseleyi gerilim ögesi kullanarak anlatmayı daha etkileyici buluyorum.
Kahramanlarınız genelde şizofrenik, takıntılı tipler.
Genellikle öyle. ‘Karanlık Oda’ da sanki en takıntılı ve şizofrenik olan karakter. Zaten o yüzden ismi bile yok karakterin. En çok sizofrenik olduğu için adını bile koymak istemedim.
Karanlık Oda’da hikâye, kahramanın uykusunda kendini dişlemesi üzerinde ilerliyor…
Çelişkilerle dolu bir hayatta insanların kendini yemesi gibi. Hepimiz günlük hayatta kendimizi yiyoruz. Bunu birazcık dışa vurumcu, tuhaf, kara mizahi bir anlatımla ifade ettim.
Romanlarınızda otobüs imgesi de sıklıkla karşımıza çıkıyor. ‘Romantik Korku’da da vardı otobüs, ‘Karanlık Oda’da da var…
Aslında otobüs iki ayrı romanda aynı amaca hizmet etmiyor. ‘Romantik Korku’daki bir ulaşım aracı ama ‘Karanlık Oda’daki bir zihinsel yolculuk aslında. Orada yapılan yolculuğu, bilinçaltı yolculuğuna dönüşmesini tetikleyen bir imge olarak görüyorum. Belediye otobüsü olması hoşuma gidiyor. Bilimkurgu, zihinsel yolculuk gibi bir şeyi anlatırken, çok bildiğimiz otobüs tasarımı içinde gerçekleşmesini etkileyici buluyorum. ‘Romantik Korku’daki otobüs yolculuğu daha fiziksel bir yolculuk. Bilmediği bir yere gidip, orada başına gelenler gibi…
Kendi hayatınızda da zihinsel yolculuğa çıkarır mı fiziksel yolculuklar?
Evet, yolculuğun öyle tuhaf bir psikolojisi var. Öyle oturup kafanızı cama yaslayıp dışarıya baktığınızda bir tür hayatı sorgulama gibi bir durumu var. Bir de benim gibi çok rutin bir hayat yaşanıyorsa, sürekli aynı yere gidilip gelinen bir üçgen içinde yaşıyorsanız, bir anda bir otobüse binip bir yere gitmenin tuhaf bir psikolojisi oluyor. Bir tür yabancılaşma duygusu. Çünkü o rutin hayatınızın dışına çıkma duygusu oluşuyor. Bir yol alma durumu. Bu küçük sorgulama aynı zamanda hayattaki “duruş” dediğimiz yabancılaşmayı da tetikliyor. O yüzden beni de tetikliyor. Çok fazla otobüs yolculuğu yapan biri değilim, belki de o yüzden bana ilginç geliyor otobüs yolculuğu.
Roman kahramanı bir fotoğrafçı; ‘Karanlık Oda’ adı mesleğe gönderme mi yapıyor?
Aslında çift anlamlı bir durum var. Mesleğine bir gönderme var ama bir yandan da üzerine kapanan bir hayat var. Kararan ve duvarları daralan bir hayat. Aynı zamanda dünyası da karanlık odaya dönüyor. Çok az insanın, çok az mekânın olduğu ve gittikçe içe dönük bir yolculukla derinleşen bir karakterin dünyası aslında karanlık oda.
Romanda bir yaratıcılık söz konusu. Fotoğraf sanatçısının sergi konusu ve sergi mekânı için ürettiği fikirlerde bir yaratıcılık var. Bunda reklam yazarı olmanızın getirdiği bir avantaj da olabilir mi?
Belki. Reklamcılık yaratma sıkıntısının çok gündelik ve hızlı yaşandığı bir sektör olduğu için, belki faydalandığım durumlar olabilir. Esasında bir yaratıcının yaratma süreci ve doğum sancıları anlatılıyor burada. Sevdiğim ve edebi bir numara olarak gördüğüm şey şu: Yaratmaya çalışan bir adamın hikâyesinin arkasında da, o hikâyeyi yaratmaya çalışan başka biri var yazar olarak. İç içe geçmiş bir yaratıcılık süreci var.
Sinema tadı da var kitapta. Bu sinemaya olan tutkunuzdan da kaynaklanabilir…
Mutlaka öyle. Gerçekten sinemadan çok etkileniyorum. Ortalama bir yazardan daha fazla etkilendiğimi tahmin ediyorum sinemadan. Edebiyattan bile daha çok etkilendiğimi düşünüyorum. Önceki kitaplarımda da sinematografik diye olumsuz yönde eleştiriler oldu. Bunları daha çok övgü olarak alıyorum, çünkü yapmaya çalıştığım da bu.
Hemen her filmde, öykü ve romanda aşk teması olmazsa olmaz gibi. Oysa siz aşk temasından uzak duruyorsunuz.
Sanırım şöyle bir karar o; roman kahramanlarımın kendisiyle çok karışık bir ilişkisi var. Kendisiyle ilişkisi bu kadar karmaşıkken, bu kadar şizofrenik iken ki, şizofreni de hastalıklı bir aşk gibi aslında… Bu çok sarsıcı bir ilişki zaten. Bu kadar karmaşık bir ilişkisi olan kahramanın bir de başka bir ilişkisi olsun, bir yan hikâye öyle bir zenginlik katsın diye düşünmüyorum. Ben o karakterin ruh haline çok fazla odaklıyım. Onun iç dünyasının karmaşasına girmeyi tercih ettiğim için bu tip aşk gibi, ayrılık gibi gündelik hayatımızdaki büyük büyük olayların işi sulandıracağını, odağını bozacağını ve benim yapmak istediğim tarzın dışına çıkacağını düşündüğüm için özellikle aşk yok.
Aşk sizin hikâyelerinizde kurguları bozuyor demek ki…
Bozuyor. Bir de ben kişisel olarak da sevmiyorum. Bu çok hazır ve merak edilen bir konu. Aşk çok hazır bir tema gibi geliyor bana. Hazır çorba gibi geliyor bana, hazır paket. Bir insanın kendisiyle olan ilişkisini anlatmak, karşı cinsle olan ya da hemcinsi de olabilir? Bir aşk ilişkisini anlatmaktan daha enteresan geliyor bana.
Gerek reklam yazarlığı, gerekse roman yazarı olarak sürekli kurgulamak üzerine geçiyor hayatınız. Kendiniz için bir hayat kurgulasanız nasıl bir hayat kurgulardınız?
Başka bir iş yapmayıp, sadece eve kapanıp romanlar yazayım diye bir hayalim yok benim. O da bana çok şizofrenik geliyor. Karakterler şizofreni sınırlarını ne kadar dolaşsa da, bence onu yaratmak, o tabloyu çizmek için sağlıklı bir çalışma düzenine ihtiyaç var. Aklıselim bir şekilde oturup delirmiş bir insanı düşünmek, tasarlamak gerekiyor. Çok savruk, çok dağınık bir hayatı anlatmak için çok düzenli, çok matematik bir çalışma sistemi gerekiyor bence. Yazarken, çalışırken karakterlerin hayatı gibi dağılmış, onlar gibi şizofrerik bir çalışma değil de çok daha düzenli bir çalışmayı tercih ederim.
Karakterlerinizin tersi bir hayat istiyor ve sürüyorsunuz yani…
Tam tersine hatta. Karakterlerimin tersine sakin, düzenli bir hayatım var. Hayatımın okunacak, izlenecek bir hikâyesi yok. Düzen anlamında o dengenin de önemli olduğunu düşünüyorum. O dağınık hayatları anlatmak için belli bir disiplin gerekiyor. O hayatları kurgulamak için tam tersi bir hayat yaşamam gerekiyor. Bu benim özelimde tabii. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Bu farklı şekillerde de olabilir tabii ki. Yaşadığım hayat da beni o yönden çok üzmüyor hani, bir yandan farklı bir işler yapıyor, yeteri kadar bununla ilgilenemiyorum diye. Benim için o kadar iç içe girmiş bir durum ki metroda, eve giderken, sokakta yürürken romanın üretim süreci devam ediyor. Roman yazma sürecinde masa başına oturup, bilgisayarın karşısına geçip kâğıda dökme kısmı aslında yüzde 15’i 20’si.
Edebiyat Haber / Emrah Polat / Aralık 2010
“İnsanın kafasının sadece yaşadıklarıyla meşgul olmadığını düşünüyorum!”
Todorov, Fantastik adlı eserinde, fantastik metinleri fantastik kılan özelliğin, metinden okura geçen bir kararsızlık deneyimi olduğunu söyler. Anlatılanlar, bildiğimiz gerçekliğin yasalarıyla açıklanabilir mi? Yoksa büsbütün başka bir gerçeklik alanına mı aittir? Fantastik, bu soruları yanıtlamada düşülen kararsızlığa kadar sürer. Eğer birinci soruya kolayca “Evet” yanıtı veriliyorsa, okuduğumuz metin başka bir türe, Todorov’un “saf tekinsiz” olarak adlandırdığı türe aittir. İkinci soruya verilen “Evet” yanıtı ise bizi başka bir türe, “saf olağanüstü”nün alanına götürür. Aralarında iki kategori daha bulunur; tekinsiz fantastik ve olağanüstü fantastik.
Bu tanım doğrultusunda, Hakan Bıçakçı’nın son romanı “Karanlık Oda”nın fantastiğe yaklaşan tekinsizin sınırlarında yer aldığını belirlemek olası. Anlatıyı “tekinsiz fantastiğe” yaklaştıran salınım, 19. sayfada yer alan, “Rüyanın başlangıcını anlatayım mı?” cümlesiyle başlar. (Acaba anlatıcının sesi mi? Yoksa garsonun sesi mi?) Bu noktadan sonra yazar, fotoğrafçı kahramanını -tanısal düzlemde kesin olmayan- bir şizofrene dönüştürerek anlatıcının gerçeklikle ilişiğini istediği an koparma, üstelik bunu yaparken okurunu inandırabilme özgürlüğü kazanır… Sonrasında okur, “Gerçek mi, değil mi?” ve “Sonra ne olacak?” sorularını sormaya başlar –ki bu sorular başarılı yapıtın bir solukta okunmasının ardındaki önemli nedenlerden.
“Karanlık Oda” üzerine Hakan Bıçakçı ile söyleştik:
Romanda gerçek dışı bir alana gönderme yapan benzetme sayısı yalnızca üç: “konuşabilen dev bir karga gibi, belden aşağısı olmayan hortlak, eski zamanlardan kalma uyuşuk bir hayalet gibi.” Bunları sınırlı tutmanızın nedenleri nelerdir?
Yazdıklarımda gerçek dışı öğelere özellikle yer vermiyorum. Bu bir tür kural… O üç örnek de gerçek dışı sayılmaz. Anlatıcının hayal gücünün ürünü olan benzetme sanatı örnekleri sadece. Sonlarına “gibi” eklenerek öyle olmadıkları belirtilen ayrıntılar.
Rüya bölümlerini ayrı tutarsak, romanda tamamen gerçek nesnelere, ortamlara, canlılara ve durumlara yer veriyorum. Ancak onların yerleriyle, zamanlarıyla, aralarındaki neden sonuç ilişkileriyle oynamayı deniyorum. Tek başına mantıklı olan şeyleri gündelik bağlamından kopararak mantığı sarsılacak bir akış içinde yeniden yorumlamaya çalışıyorum. Gerilim atmosferini gündelik ayrıntılarla kurmaya çalışıyorum yani. Böylesi daha fantastik ve kaçışsız bir yapı bence.
Kurguyu, merak unsurunun kullanarak zamanda kırılmalar yaratmak olarak tanımlarsak; Karanlık Oda’nın ne çizgisel ne de döngüsel bir kurgusu var diyebilir miyiz? Sarmal bir kurguya sahip sanki; şimdiki zaman, geçmiş zaman, şimdiki zaman, yeniden geçmiş gibi… Ancak, bu kurgu içinde anımsanan (“yinelenen”) geçmiş ve şimdi, eskisiyle hiçbir zaman bir ve aynı değil.
Karanlık Oda’da bir roman kahramanın başından geçenleri okumuyoruz. Anlatıcının yaşadıklarının, hayal ettiklerinin, kaçındıklarının paralel hayatlar gibi birbirine karıştığı bir yapı var. Bir noktadan sonra hayaller, gerçekler, rüyalar ve kabuslar birbirine karışıyor. Çünkü bir insanın kafasının sadece yaşadıklarıyla meşgul olmadığını düşünüyorum. Hayalini kurduğu, başına gelmesinden korktuğu olaylar da en az yaşadığı olaylar kadar gerçek olabiliyor bir insanın zihninde. Romanın kurgusu, ritmi ve fantastiklik anlayışı bunun üzerine kurulu.
Üç bölümden oluşan romanın günümüzde geçen birinci ve üçüncü bölümlerinde sürreal bir hava var. Geçmişi anlatan ikinci bölümse gerçekçi bir atmosfere sahip… Ancak bu genel yapıyı kurduktan sonra bazı istisnai ayrıntılarla bilinçli olarak bozmayı denedim.
Romanın çizgisel veya döngüsel bir kurgusu yok. Ancak kahramanın belirli takıntıları etrafında dönen döngüsel bir atmosferi var.
“Fotoğraf, gerçeğin bozulmuş halidir!” sözüne, Karanlık Oda’yı düşünerek, “Gerçek de fotoğrafın bozulmuş halidir o halde!” sözünü ekleyebilir miyiz?
Reklam çekimi sırasında Yasin’in yaşadıklarını okurken gülmeden edemedim. Sanırım İstanbul, içine aldığı çoğu insanın düşlerini öğüten iri bir değirmen. Ne dersiniz?
Fotoğraf gerçeği temsil ediyor. Yaşanan anları olduğu gibi koruma, belgeleme, ölümsüzleştirme iddiasında. Romanın yapısı ve karakterin zihni ise aksine gerçekliği sorguluyor, bozuyor, parçalıyor. Gerçeği elinde tutamayanın bir fotoğrafçı olması ironik bir durum. Üçüncü romanım Boş Zaman’da hafızasını kaybeden de bir tarih hocasıydı. Burada da benzer bir espri var. Tabii burada fotoğrafçılık sadece ironik bir tat değil. Romanın tüm dokusunu, anlatım tarzını ve arka planını şekillendiren bir araç…
Gerçeğe odaklanamamanın getirdiği yabancılaşma hissi, zihindeki fotoğrafların net çıkmaması Karanlık Oda’nın temel meselesi. Kitabın isminden kapak görseline kadar hissediliyor zaten bu.
İstanbul’un içine aldığı gençlere yaptıklarını makro ölçekte incelemek beni aşar. Ama romanın anlatıcısı ve figüranı diyebileceğimiz Yasin için “değirmen” benzetmesi yerinde.
Tüketimi artırmak için türlü taklalar atan AVM’lerle ilgili incelikli gözlemlerinizi okumak çok eğlendirici. Yakınınızda, “içeriden” birileri mi var?
Var tabii. Hepimizin var. İstanbul kocaman bir alışveriş merkezine dönüşüyor yavaş yavaş. Şehri çirkinleştiren, bireyi pasifize eden yerler olarak görüyorum alışveriş merkezlerini. Dükkânların, “AVM” denen depolara toplanacağına sokaklara yayılmasını daha iç açıcı buluyorum.
Yazarken, adını verebileceğim tek bir alışveriş merkezini düşünmedim. Bildiğim tüm alışveriş merkezlerinin en sevimsiz yönlerini kafamda birleştirmeye çalıştım. Akmerkez’in labirentimsi yapısı, Metrocity’nin müzikal polisleri gibi ortalıkta dolanan güvenlik görevlileri, Cevahir’in huzursuzluk veren büyüklüğü, City’s’in bir kuyuyu andıran klostrofobisi, İstinyePark’ın çorak manzaralara bakan ürkütücü yangın merdivenleri, Kanyon’un misafirlerini hoş tutmak için düzenlediği etkinlikleri vs…
Bundan sonra yazmayı düşündüğünüz kitapla ilgili genel bir bilgi verir misiniz; türü, önermesi ne olacak örneğin?
Gerçekten bilmiyorum. Üç senedir uğraştığım Karanlık Oda daha yeni bitti. Yeni bir kitabım çıkınca bir daha hiçbir şey yazamayacakmışım gibi hissediyorum. Sonra bu his geçiyor.
Ancak şimdiye kadar yazdıklarıma bakınca her kitapta farklı türler denediğimi, bambaşka konulara el attığımı söyleyemem. Sanırım bu sularda, bu karanlık sularda kalacağım bir süre daha…
Teşekkürler.
Ben teşekkür ederim.
Milliyet Sanat / Fırat Demir / Ocak 2011
“Amacım okur sayısı kadar kâbus yaratmak.”
Hakan Bıçakçı, okurunu gündüz vakti avlayıp, geceye kaçıran yazarlardan… 1978 doğumlu Bıçakçı, 2002’de çıkardığı ‘Romantik Korku’ isimli ilk romanından beri, gündelik hayatın içerisinde gizli gerilimi bir tür edebiyat aracı olarak kullanmaya devam ediyor. “Benim derdim gündelikle” diyor ve ekliyor: “Öyle ortada bulunan, hemencecik seçilebilen büyük dramları sevmiyorum.”
‘Romantik Korku’dan beri gündelikten beslenen bir yazarsınız…
Açıkçası benim edebiyat anlayışım daha çok minör olaylar üzerinden gelişiyor. Belki de büyük dramları anlatmakla ilgilenmediğimden, gündelik hayatın içerisinde geri planda kalmış ama aslında edebiyatın nesnesi olmayı fazlasıyla hak eden durumları ve karakterleri çok seviyorum. Böylesi ayrıntıları romanın merkezine oturtmak benim amacım. Ayrıca bu yolla okuyucuyu daha klostrofobik, daha kaçışsız bir noktaya çektiğimi düşünüyorum. “Bu benim başıma gelmez” denilen olaylarla okuyucuyu yüzleştirmeyi, onları bu yüzleşmeyle birlikte tetiklemek hoşuma gidiyor. Haliyle, “Karanlık Oda”da da rotam değişmiyor.
‘Karanlık Oda’yı sizin edebiyatınızda hangi farklı noktalarla birlikte düşünmeliyiz?
‘Karanlık Oda’ ile yüzümü biraz daha sadeliğe döndüm. Çok bilinçli bir tercihle minimal bir roman yazmak istiyordum. “Karanlık Oda”, diğer romanlarıma nazaran çok daha az karakter, çok daha az olay içeriyor ve bu çizgiye yardım eden sade bir dil taşıyor. Şizofren bir karakterin dış dünyayla sınırlı ilişkisi üzerine bir roman. Bu sefer merkeze oturtulmuş tek bir karakterin üzerinden okuyoruz tüm o karmaşık düşünce biçimlerini.
‘Karanlık Oda’ dingin ama bu dinginliği okura bir tür gerginlik olarak aktaran bir roman. Bu romana ‘dingin’ demek ne kadar doğru öyleyse?
Üstte dingin bir yapı olduğu doğru ama alta doğru inildikçe çok daha katmanlı durumlar var. Belki klişe bir benzetme olacak ama buzdağının altında kalanlar esas olan. Göndermelerin açık ve birbirine bağlı olduğu, neden-sonuç ilişkilerinin doğru bir biçimde kurulduğu bir yapı yok bu romanda ve bu yokluk, bir tür boşluk demek oluyor. Bu boşluğun dinginliği kıran bir güç olduğunu düşünüyorum. Bu boşluk, okuru romanı çözmek konusunda aktif olmaya itiyor. Böylesi bir okuma, dingin bir okuma sayılamaz bana kalırsa.
Okuyucular o boşluklara kendinden ne katabilir?
Çağın bireyinin kendisiyle yüzleşmesi ve bu yüzleşmeyle birlikte kendine ve de çevresine yabancılaşması gibi çok temel bir konu işleniyor romanda. Amacım okur sayısı kadar kâbus yaratmak. Çok bilinçli olarak romanda ucu açık bırakılmış öğeler var. Bu öğeler okuyucunun hayal gücüyle anlamlansın istiyorum.
Romanın başkarakteri bir fotoğrafçı. Sizin için bu romanda fotoğraf neyi temsil ediyor?
Fotoğrafın zamanı kaydetmekle ilgili çok ciddi bir iddiası var. Ayrıca fotoğraf, hayatın sürekliliğine meydan okuyor. Yine de, tüm bu gücüne rağmen, bir yanıyla soğuk ve yabancılaştıran bir makine. Romanın ritminde kadraj hissi olsun, fotoğraf duygusu hissedilsin istedim. Fotoğrafın ‘yabancılaştırma’ gücünüyse karakterimin şizofrenisiyle birleştirdim. Zaten romanın dili bile bu kadraj hissiyle birlikte şekillendi. Peş peşe ilerleyen resimlerin etkisini yakalamak için, kısa, net fakat etkili cümleler kurmak zorundaydım.
Fotoğrafın bir diğer özelliğiyse hafızayı ve geçmişi deşmek için kullanılabilecek en etkin araçlardan biri olması. Sizin hafızayla aranız nasıl?
Her şeyi hatırlayan ya da her şeyi unutan bir hafızam yok, orta halliyim diyebilirim. Fakat hafıza konu olarak çok ilgimi çeker. Hafıza üzerine yazılmış hemen her şeyi okumaya çalışıyorum.
Yeni Şafak Kitap / Harun Karaburç / 05 Ocak 2011
Kendini yiyen adamın romanı
Türk edebiyatında çok fazla rastlamadığımız türde ‘psikolojik gerilim’ yazıyorsunuz. Edebiyat dünyasında bu türe nasıl bir yaklaşım var?
Mesafeli ve soğuk bir yaklaşım var. Mesafeli ve soğuk bir tür olduğundan belki de… Kitlelerin ilgisini çeken bir akım değil psikolojik gerilim. Ama az da olsa meraklısı var. Sinemada, edebiyatta olduğundan daha popüler bir de sanki…
İnsanlar rüya gibi hayatları okumayı, izlemeyi seviyorlar. Kâbus gibi hayatları anlatan psikolojik gerilim kitleleri pek açmıyor.
Sizi bu korku türünde yazmaya iten sebepler neler? Korku romanı yazmanın diğer türlerden farkı nedir ya da farkı var mıdır?
Beni çeken bir şey bu… Nedenlerini tam olarak bilemiyorum. Okur ve sinema izleyicisi olarak da ilgilendiğim konu bu. Gerilimli ve tansiyonu yüksek öyküler yazmayı, tuhaf ve tedirgin edici ortamlar yaratmayı seviyorum. Tekinsizliğin büyüsü diye bir şey var çünkü.
Korku romanı yazmanın diğer türlerden çok büyük farkları olduğunu düşünmüyorum. Hangi türde yazarsanız yazın, dikkat edilmesi gereken noktaların çoğu ortak. Belli bir odağın olması, yan hikâyeler, takip edilecek bir izlek, karakterler, olaylar, neden sonuç ilişkileri vs…
İlk romanınız Romantik Korku’yu 2002 yılında çıkardınız. İlk kitabınızdan bugüne kadar yazınınızda nasıl bir değişme gözlemliyorsunuz? Yazın serüveniniz içinde kendinizi nerede görüyorsunuz?
Seçtiğim konular ve yaratmaya çalıştığım atmosfer çok değişmedi aslında. Ancak onu ifade etme biçimimin, genel olarak kurgunun ve yazım tekniklerimin değiştiğini düşünüyorum. Daha az mekân ve karakter kullanarak daha odaklı bir anlatıma doğru gittiğini düşünüyorum yazdıklarımın. En azından böyle olmasına çabalıyorum. Yazın serüvenimin neresinde olduğumu bilmiyorum. Ortalarında bir yerlerdeyim gibi hissediyorum. Ama gerçek durumu zaman gösterecek.
Son kitabınız Karanlık Oda’nın konusunu nasıl belirlediniz?
İlk fikir fiziksel olarak kendini yiyen bir adamı anlatmaktı. Kendine dönük yamyamlık durumu… Bu hem sosyolojik altmetni hem de yaratacağı gerilim açısından heyecanlandırdı beni. Sonra bu olayın kurbanının bir fotoğrafçı olması fikrini ekledim. Sergiye hazırlandığı için sanatçı kaygıları taşıyan ancak bir yandan alışveriş merkezinde vesikalık fotoğraf çekmekle meşgul bir fotoğrafçı. Onun bu arada kalmış ruh hali, kimlik bunalımı, yabancılaşma hissi de ilgimi çekti. Daha sonra epey zamandır kafamda olan düğün fotoğrafçılığı konusunu karakterin geçmişi olarak ekledim romana. En özel gün denen ritüel dolu günlerin her gün birebir aynı biçimde tekrar etmesi… Ancak bu dönem geçmişte kalsın istemedim. Paralel bir hayat gibi yazmaya çalıştım bu dönemi. Ve gerisi geldi.
Roman kahramanının bir isminin olmaması özel bir seçim miydi?
Evet. Kahramanın iki ayrı kişi olma ihtimalini göz önünde bulundurarak özellikle yaptım bunu. Ayrıca kahramanın fotoğraf sergisine hazırladığı işlerinin adının çoğu sanat eserinin de olduğu gibi “İsimsiz” olması da bu durumuna bir gönderme. Yine karakterin sergi salonuna girmek için güvenliğe kimliğini bırakması da… Bir tür kimliğinden, var oluşundan ve dolayısıyla isminden sıyrılan karakter dramı var ortada.
Diğer kitaplarınızda olduğu gibi Karanlık Oda’da da gündelik hayatta herkesin yaşadığı gerilimler var. Bu gerilimleri okurken insan bir yerde kendi korkularıyla da yüzleşiyor. Sizce de öyle mi?
Katılıyorum. Amaç biraz da bu zaten… Kendi korkularımızla yüzleşmek. İnsanın karanlık tarafına doğru tedirginlik veren bir yolculuk yapmak… Yazarken gerilimi ve fantastik olanı gündelik hayat kılığında tasarlamaya gayret ediyorum. Bildik nesneler, ortamlar ve insanlardan oluşan bir korku tüneli fikrini daha sarsıcı buluyorum. Empati süreci, tedirginlik hissi ve rahatsız edicilik boyutu olarak böylesi daha iddialı…
Oldukça üretken bir yazarsınız. Bu üretkenliğinizin ve yaratıcılığınızın reklam yazarı olmanızla bir ilgisi olabilir mi?
Tam tersi olabilir. Çok yoğun bir mesaiye rağmen kalan vaktimde yazmaya çalışıyorum. Reklam yazarlığı başka bir disiplin tabii. Edebiyatıma ne olumlu ne de olumsuz etkisi olduğunu düşünüyorum. Fiziksel olarak vakit sorunu yaratması dışında bir etkisi yok reklamcılığın yazarlığıma. Bunu da büyük bir sorun olarak görmüyorum açıkçası. Kafamdaki romanı yazıyorum önünde sonunda. Sürecin daha uzun sürmesi o kadar da önemli değil. Bir yere yetişmiyoruz sonuçta.
Romanlarınızdaki kahramanları oluştururken nasıl bir çalışma içine giriyorsunuz? Çevrenizdeki insanları sıklıkla gözlemler misiniz?
Roman kahramanlarını çevremdeki insanlardan ve olaylardan etkilenerek oluşturmuyorum aslında. En azından gözlemlerimi doğrudan aktarmıyorum romana. Konunun odağına uygun bir hale getirecek filtrelerden geçirmeye çalışıyorum gözlemlerimi. Konuya uygun olmayanları çok etkileyici bulsam da eliyorum. Romanımın bir tespit ve gözlem tutanağı olmasını asla istemem. Genel olarak da bir köşeye çekilip gözlem yapan adam profiline uygun değilim. Tabii ki bazı takıntılarım ve algıda seçici olduğum durumlar var ama tipik bir gözlem adamı sayılmam. Kişisel gözlemlerimden çok hayal gücüme başvuruyorum yazarken.
Oluşturduğunuz roman kahramanlarının etkisine, onların çekim güçlerine kapıldığınız oluyor mu?
Hayır. Ben karakterlere dışarıdan bakma ve olayların tamamen benim kontrolümde olmasına çok özen gösteriyorum. Karakterin kontrolünü en çok kaybettiği durumları yazarken daha çok kontrollü oluyorum. Böyle bir ters orantı var bence yazarlıkta. İnsan içine gömüldüğü duguyu değil de dışardan bakabildiği duyguyu daha ayrıntılı ve sağlıklı aktarıyor. Kendi duygularımla değil okurda yaratmak istediğim duygularla ilgileniyorum.
Okuyuculardan nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Tek tük tepki alıyorum. Onlar da genellikle internet ortamında oluyor. Genelde tepkiler olumlu. Kitap kapağından korktuğunu söylüyor bir de çoğunluk. Bu da hesaplanmış bir durum tabii. İçeriğe dair bir tür uyarı…
Son olarak önümüzdeki yıllarda sizin kaleminizden okuyacağımız neler olacak? Bir sonraki romanınız ya da öykünüz yine korku türünde mi olacak?
Yeni roman çok taze olduğundan şu sıra kafamda yeni bir proje yok. Ancak roman yazmaya devam edeceğimi ve benzer temalarla boğuşacağımı hissediyorum.
XOXO The Mag / Nilay Kaya / Hazian 2012
Samimi kalabalıktan uzakta
Yaklaşık 10 yıldır yazıyor ve yazabilmek için ne uğurlu kalemlere ne ilham perilerine, ne de güneye yerleşip sebze yetiştirmeye ihtiyacı var. Kelimeleriyle yarattığı film şeritlerinde kendi persona’nızın altında ezilen hakikat parçalarıyla karşılaşabilirsiniz.Yazar Hakan Bıçakcı’yla yazıda ve yaşamda belirsizlikten doğan kurguları konuştuk.
Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ının kahramanı Holden sevdiği bir kitabın yazarıyla telefonda sohbet etmek istediğini söyler. Senin telefonda konuşmak istediğin yazarlar var mı?
Çok beğendiğim zaman konuşmaktan korkacak bir noktaya geliyorum sanki. Zaten genelde geç kalınmış oluyor. İlk olarak lisede Kafka’yı, Sartre’ları, Camus’ları okuduğumda hiçbiri hayatta değildi. Oradan gelen bir refleks olabilir. Kabullenilmiş çaresizlik refleksi.
Bazen yazarları tanımak o yazarın kitaplarıyla arana da girebiliyor.
Tabii, o da var. Yazarlık çok başka, çok soyut bir alan… Yazar çok acayip bir dünya kuruyor ama kendisi de öyle bir dünyanın içinde yaşıyor olmak zorunda değil. Genelde öyle bir illüzyona kapılıyoruz. Hâlbuki yarattıkları dünyaya uzak açıdan bakan yazarlara ben daha çok saygı duyuyorum.
Sait Faik gibi “Yazmasam delirecektim”güdüsüyle mi yazmaya karar verdin peki?
Yazar olma hayalim hiç olmamıştı. Üniversite çağında kendi kendime karaladığım öyküler vardı sadece. Sonra onların arasında garip bir bağlantı olduğunu hissettim. Birleşince bir romana benziyorlardı. Onların bazılarını birleştirip bazılarını atarak bir roman dosyası haline getirdim ve şansımı denedim. Ama gerçekten “Alın işte roman görün” iddiasıyla değil, yönlendirilmek için. Sonra iş ciddiye bindi. İlk romanı deneme yanılma dünyasında, bir hayal aleminde sürüklenerek yazmıştım. Belki de yayımlanmaz diyerek. O da garip bir rahatlık aslında, bazen işe yarayan bir şey. Günümüzde daha çok “Yazdıklarım basılmazsa deli olacaktım” gibi bir güdü var çünkü.
Meselen bugün ve belli bir nesil gibi… Karanlık Oda adlı romanında karakterin alışveriş merkezinin en üst katından her yere kusmak istediği ve Maslak minibüsünde giderken yaptığı gözlemlerin olduğu bölümler bütün öykü ve romanlarının meselelerini de özetliyor.
Bu çağın yaratabileceği, benim içimde yaşadığım dünya nasıl bir insan ortaya çıkarabilir ya da nasıl o insanın posasını çıkarıp atabilir sorusuna odaklandığım için çizdiğim karakterde benden çok izler yok ama onun içinde yaşadığı dünya benim içinde yaşadığım dünya. Bu dünyaya ben bir şekilde direniyorum, kendimi korumaya çalışıyorum ama korumayan birine neler yapabilir gibi bir bakış açım var. Bu arada tespitçilik yapma kolaycılığına düşme tehlikesi olduğu için alışveriş merkeziyle ilgili yerler en korkarak, en otuz kere çıkarsam mı diye düşünerek yazdığım bölümlerdi. “Bakın, tüketim toplumunu eleştiriyorum!” demek istemedim ama karakterin de “Biliyorum, bunu herkes eleştiriyor” şeklinde bir çırpınışı olduğu için bu kaygım azalıyor.
Karanlık Oda’dan devam edelim. Gündelik hayatımızda maruz kaldığımız korkunç müziklerden bahsediyorsun. Bu bizim cehennemimiz mi?
Hepimizin aynı kalıba sokulduğu bir ortama karşı tepkinin sadece vitrinindeki bir şey müzik ama her türlü davranışımıza yansıyor. Toplumun geneli bir tür zihin kontrolünde, toplu hipnozda mutlu bir şekilde yansıyor ama dışarıdan bakan birtakım insanları da bu durum huzursuz ediyor. Roman karakterim de öyle bir kişi. “Bakın ben bu grupları dinliyorum” der gibi gözükmemek için genelde müzik gruplarının isimlerini vermekten kaçınıyorum ama Karanlık Oda’da tersini yaptım çünkü Ortadoğu’nun neredeyse göbeğinde bir üçüncü dünya ülkesinde yaşayan birinin belli İngiliz gruplarına tuhaf bir iştahla tutulmasını ben aslında rahatsız edici bir şey olarak yazmak istedim. Roman kahramanı kendini saran o popüler müziklerin içinde “alternatif” müziğe sarıldıkça bir anlamda çirkinleşiyor çünkü “alternatif” lafı da sistemin bir dayatması. Karakter alışveriş merkezinin kapalı devre müzik yayını dükkanlara girince yavaş yavaş küçülerek üstüne kapanan karanlık bir odada kalıyor ve bundan kaçmak için kendi müziklerine tutunuyor ama kendi içinde klişeleri olan bu alternatif müzikleri dinleyip kurtulduğunu hissetmek de sistemin bir tuzağı.
Gelelim senin sinemasal diline. Görsellik senin için bir hassasiyet meselesi mi?
Çok bilinçli olarak sağlamaya çalıştığım bir şey. Genelde bir fikirden yola çıkıp o fikrin görsel karşılığını arıyorum. O fikri doğrudan tarif edersem kâğıt mürekkep israfına girer gibime geliyor. Fikre başka bir yerden bakmaya çalışmak bende görsel bir refleksle oluşuyor çünkü sadece okuduklarımdan değil, en az o kadar izlediklerimden de etkileniyorum. Eski Türkçeye meraklı olduğum halde çok fazla süslü, fazla “enteresan” kelimeler kullanmaktan da bu yüzden kaçınıyorum çünkü o tarif etmeye çalıştığım görsel dünyanın şeffaflığından sıyrılıp kelimelerin karşımızda duracağını hissediyorum.
Yusuf Atılgan ve Vüs’at O. Bener’in kesik kesik, sadece eylemi aktaran cümlelerini hatırladım yazdıklarını okurken.
Kendime yakın bulduğum yazarlar zaten.
Görselliğini besleyen kaynakta bizim neslin kanonunu oluşturan filmlerden izler gördüm. Karanlık Oda’daki fotoğrafçı karakterin boş bir havuzda hayati bir görüşme yapması ve orayı fotoğraf sergisi için mekan seçmesi bana ister istemez David Lynch’in tekinsizliğini hatırlattı.
Kara mizah ve mafyatik durumlar. David Lynch en sevdiğim ve etkilendiğim yönetmenlerden bir tanesi. Roman Polanski, Chan-Wook Park, Takashi Miike de öyle.
Bu bahsettiğin yönetmenlerin tekinsizlik konusunda ortak bir dilleri var. Sen korkuyla kaygı arasında net bir ayrım yapıyorsun. Bu yönetmenlerin filmlerinde de senin yazdıklarında da tekinsizliği yaratan korku değil kaygı sanki ve bunu çok iyi başarıyorsunuz.
Korku değil kaygı yazacağım diye net bir ayrımla başlamadım yazmaya. Son zamanlarda bunun korku değil kaygı olduğunu fark ettim. Korku dediğimiz şeyin adı çok konmuş, nesnesi belli. Bundan korkulur denir ve çözümü de bellidir. Ama kaygı öyle bir şey değil, nesnesi olmayan bir durum. İnsan beyni mantık hastalığına tutulduğu ve kendini tutarlılık rolü oynama zorunluluğunda hissettiği için kaygıya katlanamıyor. Hemen ona bir korku nesnesi uydurup, tedirginliğin oradan kaynaklandığını düşünüp ondan kurtulma, bir tür hayatta kalma içgüdüsü duyuyor. Günümüzde kaygı o kadar bulaşıcı ve soyut bir şey ki bir ihaleyi kaybetme kaygısı bile atalarımızdan gelen bir miras, ölme korkusu. Kaybedince ölecekmişiz gibi. Halbuki birini kaybedersen başka bir iş gelecek. O ferahlık yok. İnsanlar kendi kendilerine kurdukları hapishanenin gönüllü tutsakları. Bu hapishane kaygıyla işliyor, o görünmez duvarları kaygıyla örülmüş sanki ve insanlar onun içinde yaşıyorlar. Sorarsan da mutlu yaşıyorlar. Fantastik dediğimiz şeyde de hep belirsizlikten besleniyorum. Ejderhalı bir evren bana fantastik gelmiyor çünkü başka bir paralel evrende kodlanmış gerçekçi bir hikayeden bahsediyoruz aslında. Beynin arada kalması, bir şey var mı yok mu sorusunun cevabının belirsizliği, eşittir kaygı. İşte benim içinde yüzdüğüm sular.
İlham perisinin insanları yazmaktan soğutmak için uydurulmuş bir şey olduğunu düşünüyorsun. Seni yazmaktan soğutan şeyler nedir?
Karşılık bulmamak, okurun gittikçe azalmasını hissetmek olabilir. Sonuçta okunması için, öyle bir içgüdüyle yazıyorsun. “Ben kendim için yazıyorum” demek büyük bir yalan. O zaman yazdıklarını bastırmazsın. Haberleri izlediğimde, dünyadaki gidişatı gördüğümde de çok anlamsız buluyorum yazmayı ama o da benim yapmaya çalıştığım şeyle tuhaf bir ilişki içinde. Zaten anlamsızlıktan beslendiği için o anlamsızlık beni yıpratırken yazdıklarıma bir katkıda bulunuyor olabilir.
Anlaşılma kaygın var mı? Nasıl bir okuyucu kitlesi tahayyül ediyorsun?
Bu sorunun cevabı çok zor… Aslında acayip bir paradoks var. Anlaşılsın kaygısı benim anlatmaya çalıştığım şeyi zedeliyor. Netleşsin dediğin anda benim deminden beri anlatmaya çalıştığım belirsizlikten beslenen o kaygı atmosferi ölüyor. Şöyle bir kaygım var: bu işin meraklısı sevsin, onlar nefret etmesin ama çoğunluk sevmesin. Bu zaten kitap kapaklarına bile yansıyor. Oldukça itici, beni alma diye bağıran, aşırı minimal kapaklar. İsimleri hiç öyle davetkâr değil. Kitaplarım daha çok yayılsın, her eve girsin, herkes bayılsın diye bir duygum hiç yok.
“Samimiyet fetişizmi” diye bir tabir kullandığını duymuştum.
Son dönemlerde her müzik albümü çıkarana, her kitap yazana bu işi niye yaptığı sorulunca “samimiyetten” diyor. Sanki bir damga var, eser geliyor “Samimi mi?” diye sorup damgayı basıyorsun geçiyor ya da geçmiyor. İnsanlar samimiyetin kolaylıkla ölçülebileceğini zannediyor ama ölçülemeyecek bir şey. Ben bir sanat eserine baktığımda iyi mi kötü mü olduğunu düşünürüm. Karakterlerim de samimi değil. Kolay kolay özdeşim kurulamıyor onlarla. Yeri gelince yalan söylüyorlar. Öyle bir tekinsiz dünyanın peşindeyim. Samimiyet, özdeşim hevesimi kıran şeyler. Karakterler sıcacık duygular, sıcacık birlikteliklerle mutlu yarınlara doğru ele ele koşup gitmesinler.
SabitFikir (Odak Yazar Dosyası) / Yavuz Yalçın / 11 Ekim 2015
Anlatıcının Karanlık Rüyasında Kadrajın Belirsizliği
‘‘İmge, kuşkunun karanlığını temsil eder,’’ diye bir cümleyle karşılaşmıştım yıllar önce Orta Çağ felsefesinin tarihsel gelişimini incelerken. Hakan Bıçakcı’nın Karanlık Oda adlı romanı karanlığı bir imgeden çok onu yaşama biçimi haline getirmiş adsız bir anlatıcının öyküsüdür. Karanlık ve adsızlık birlikte düşünüldüğünde bir belirsizliği imliyor. Bu belirsizlik, metinselleştiğinde kapkaranlık bir ‘‘rüya anlatısına’’ dönüşür. Bu yazıda, Bıçakcı’nın metnini belirli bir yüzeyden nasıl rüya anlatısına evirdiğini göstermeye çalışacağım.
Karanlık Oda uyuyan bir anlatıcının birden uyanması -ki öyle olduğu kuşkuludur- ve çevresini anlamdırmasıyla başlar. Soğuk bir karanlıktan söz eder. İlk olmasa da ağzından çıkan veya seslendirdiği ikinci, üçüncü cümle karanlıkla biter. Anlatının siyah/kapkaranlık bir yüzeyde inşa edildiğini hemen fark ederiz. Okur, burada yanılacağını düşünmez. Metnin asıl nüve yüzeyi, anlatıcının rüya kaytlarıdır. Bu kayıtlar, bir anlatı metni oluşturmak için olay örgüleri, konvansiyonel ilişkiler ağı kurmaya başlarlar. Bu geçişkenlikten sonra okurun yanılacağı yer yüzeyde belirir. Rüyalar. Rüyalar. Rüyalar… Zihnin kendisini kaydettiği ve bir anlatıcı tarafından şifresinin kırıldığı, başka bir deyişle metin yüzeyinin derinliklerinde bir arkeoloğun kazmaya giriştiği küçük öyküler, olaylar vb. gibi anlatı parçacıklarının izinden onu bütün haline getirmeye çalışması ana metnin yapısını sökmemize yardımcı olacaktır.
Adsız anlatıcımız, bir fotoğrafçıdır. Hayalini kurduğu İstanbul kentine büyük umutlarla gelir. Burada büyük bir fotoğraf sanatçısı olacağını düşünmektedir. Virtüel dünyadan gerçek dünyaya adım attğında ise kendisini ıssız bir mahalllede küçük bir dükkanı olan bir düğün fotoğrafçısı olarak bulur. Ebru adındaki arkadaşı kendisinin çıplak fotoğraflarını çekmesini ister. Bu sayede sanatsal bir iş çıkaracağını düşünür. Anlatıcımız, buna yanaşmamaktadır ve bunun yararsız bir iş olacağı kanısındadır. Ebru ile seviştikten sonra vücudunda diş izleri belirmeye başlar. Diş izleri, metinde rüyaları sonlandıran ve her bir diş izinin aslında bir rüyaya karşılık geldiğini okur, yapıtın sonunda görecektir. Bunun bir “rüya anlatısı” olduğunu anlatıcının kendisi de romanın daha başlarında ima eder: “Ulan rüyada bile uyanıklık peşindeyim.”
Rüya anlatılarında, mekan ve kişiler birden yitebilir, karanlık bir imgeye dönüşebilirler. “Tanımadığım bir karanlığın içindeyim,” der anlatıcı. Tanınmayan karanlık bir imge, anlatının yapısına da etki eder. Sözgelimi, anlatıcı, romanın her bir bölümünün başında bir olgu [sahne] sunar. Bu olgu, kameranın kadrajını başka bir sahneye çevirmesi gibi işler. Sanki ‘‘konum bilgisi’’ veriliyormuşçasına ayrıntılara odaklanan hatta bir fotoğrafın dondurduğu kareler gibi anlatıcı olgulara giriş yapar. Neredeyse bütün bölümlerde aynı sunuşlar vardır. En belirgin olanı ‘‘Sade Lütfen’’ başlıklı bölümde anlatıcı şöyle bir çerçeve çizer:
‘‘Bir resim sergisindeyim. Beyaz, geniş duvarlar sade çerçevelenmiş büyük boyutta tablolarla dolu. Sırayla bakıyorum. Bir süre sonra yürümediğimi fark ediyorum. Ayağımın altında bir yürüyen bant var. Adım atmadan ilerliyorum. Dalgın gözlerle önümden akıp giden resimlere bakarken içlerinden biri fazlasıyla ilgimi çekiyor. Karşısında durup ayrıntılı inceleyebilmek için yürüyen bandın ters istikametinde adım atmaya başlıyorum. […] Renkler, figürler, çizgiler süratle birbirine karışıyor…’’
‘‘Sırayla bakıyorum’’ ve ‘‘ayrıntılı’’ ifadeleri odaklanma ve fotoğraf donukluğu karesini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bunun yanı sıra bir gösterme tekniği olarak düşündüğümüz bu sahne bir sayfa sonra bir rüyanın arta kalmış kırıntıları gibi anlatılmaya başlanır. Bu diş izi okura, ‘‘Ey okur, bu bir olgu değil, ayıl, bu bir düş, anlatıldığının aksine virtüel bir rüya!” diye seslenmektedir. Virtüel rüya dememdeki kasıt, kurgulanmış, biz okurken yeniden yeniden kurgulanan bir evren. Kurmaca evrenin içinde özerk bir kurmaca evren ifadesi, rüya anlatıları için doğru tanımlama olur herhalde. Bu konuda rüya anlatılarının kurmaca yapıtlarda işlenirken yeni bir kurmaca evren sunduklarını/vaat ettiklerini düşünüyorum. Hakan Bıçakcı, Karanlık Oda adlı romanında, Türk edebiyatında özellikle 2000 sonrası edebiyatında her nedense işlenmemeye işlenmemeye pas tutan rüyaları, kurmaca dünyanın içinde metinselleştirmesi, biz okurlar için son derece önemli bir hizmet olduğunu burada ifade etmem gerekiyor. Oysaki Türk edebiyatında, rüyaların ele alınma tarihine şöyle bir baktığımızda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘‘Rüyalar’’ ve ‘‘Abdullah Efendi’nin Rüyaları’’ adlı öyküler kaleme aldığını, Leyla Erbil’in metinlerinin rüya kavramıyla işlendiğini, Orhan Pamuk’un Kara Kitap adlı romanında her ne kadar rüya temel izlek olmasa da Rüya adında bir karakter yarattığını görüyoruz. 1940’lı yıllardan 1990’lara kadar Freud ve Jung etkisinin Türk edebiyatı üzerindeki gölgesiyle birlikte düşündüğümüzde hem düşünsel hem de yazınsal alanın etkileşiminin ne kadar sık dokunduğunu görürüz.
Hakan Bıçakcı’ya tekrar dönecek olursak, Freud’dan başlayarak Otto Rank’a kadar bütün psikanaliz mirası devralan/sahiplenen Fransız Freud lakaplı Jacques Lacan’ın seminerlerinin peşi sıra Türkçe’ye çevrildiği bir dönemde rüya anlatısını kurmaca dünyada işlemesi dikkate değerdir. Bunun yanı sıra rüyaların farklı söylem biçimleri eşliğinde Türk edebiyatında daha çok üretilme arzusu bir okur temennisidir. Son söz niyetine Bıçakcı’ya bu alanda kalem oynattığı için romanını yorumlayan bir eleştirmen kimliği dışında her şeyden önce bir okur olarak memnuniyetimi dile getirmek isterim.
Oggito / Erhan Sunar / 7 Ocak 2018
Zihnin Karanlık Odaları
Hakan Bıçakcı, Karanlık Oda’da edebiyatın yazınsal imkânlarıyla bir zihnin tekinsiz iklimini karşılaştırmanın yollarını aramış: Her iyi edebiyat metninin son aşamada bir soyutlamaya dayanacağını düşündüğümüzde gayet soğukkanlı bir dikkatle karşılayabileceğimiz bu gerçek, romanı oluşturan somut, maddesel ayrıntıların zenginliğini ve kapladıkları yeri hesaba kattığımızda yine de bir vurguyu en başından gerektiriyor: Karakterin dış dünyayı algılayışının sorunlarını olduğu kadar, bu algının kendisinin bir resmini çizmek istiyor gibidir yazar.
Fotoğrafçı karakterin sokaklarını dolaştığı, otobüslerinde uyuyakaldığı, mesleğini yürüttüğü, kişileriyle tanıştığı bu dış dünya roman boyunca tekrarlanıp duran bir süreklilik arzettiği için, ne ölçüde sanrılı bir zihnin ürünü olduğunu çok geçmeden sorgulatır. Zihninin içine, bir ilk neden arayışıyla yaşamının karanlık derinliklerine dalmış şizofren biri değildir fotoğrafçı; bu konudaki literatürün belki şizoid olarak niteleyeceği daha uyumlu, en azından dikkatinin hâlâ görünürde işlediği bir ilişkilenme biçimine sahiptir. Romanın bu durumu bir imkân olarak değerlendirip, stüdyosu bir alışveriş merkezinde yer alan, ilişkileri çağın hızına ve yüzeyselliğine ayak uyduracak kadar tekdüzeleşmiş, her biri diğerini anımsatan yaşam biçimlerine mesafesi yer yer daralan bu kişinin üzerinden bir toplum eleştirisi yaptığını söylemek mümkün olsa da, böyle bir toplumun da yine söz konusu kaotik zihnin işleyişinin bütünüyle bir açıklaması ya da görünür nedeni olduğunu ileri sürmek pek mümkün değil. Kaldı ki çevresindekilerle, diyelim kız arkadaşıyla iletişimi ve yaşadığı cinsel ilişkide veya hayatında yer etmiş meslektaşlarını hatırladığı kısımlarda kurduğu bağlar, sözleri, tavırları vs. oldukça sıradan ve normal.
Daha çok kendi üzerine kapanan bir zihin bu: Bölüm başlıklarının da açıklıkla gösterdiği gibi, kendini anbean, sürekli bir takibat altında tutan, hep bir suç üzerindeymiş gibi yakalamaya çalışan bir işleyişe sahip. Sanki –ve romanın en geniş çerçeveli ironisi de bu olsa gerek– makinasıyla hayat ayrıntılarını belgeleyen bir fotoğrafçıyla değil de, düşüncelerinin seyrine dek her hamlesi kayıt altına alınmış, kendisi de pekâlâ bir inceleme nesnesine dönüşebilecek biriyle karşı karşıyayızdır. Fotoğrafçı bir sergiye yetiştirmek istercesine albümler arasında birbiri ardı sıra yüzler ve tavırları okumuyor da, her an birbirine dönüşebilen bu yüzler ve anılar resmigeçidinin tam ortasında kendi silikleşen, giderek kaybolan varlığını araştırıyordur. Daha doğru bir ifadeyle, her ânı fotoğraflanan bir zihin ve düşünüş şekli, gerçek hayatta temas edeceği sahici bir dayanak noktası aramakta ve bu yolda en küçük ayrıntısına dek gözler önüne serilmektedir. Ancak kendine aşırı güvensizlik ve bir güven belirtisi arasında dolanan şüpheli bir zihnin kapılacağı böyle korunaksız bir durumda, ilerisi, olası bir başarı hamlesinin hayali bile en sonunda değersizleşir ki, fotoğrafçının romanın bitiminde kabul edildiği prestijli sergi ve onun imkânları bile artık bir kurtuluş olarak görülmez. Doğrudan bir okumayla varabileceğimiz böyle yorumlar, fotoğrafçının kendi kimliğiyle toplumsal unsurların karşı karşıya geldiği her an, bu kısa romanın ısrarcı vurgusuyla hep daha derin, esrarengiz bir gerçeğin küçük birer parçasına dönüşür. Tam anlamıyla bir dolambaca dönüşen zihninin birdenbire çözülmeye en fazla yaklaştığı zamanda bile, aklından geçenleri gizlememesi, paylaşması birileri tarafından açıkça telkin edildiğinde kapılıverdiği bir aydınlanma ânının hemen ertesinde bile şüphelerin, soruların kesilmemesi geriye yalnızca tek seçenek bırakır: Hiçbir şey düşünemeyecek kadar sınırlara varmak, kendi kendinin bir anlamda panzehiri olabilmek.
Fotoğrafçının kaygılarının görünürde bir nesnesi olsaydı daha bir açıklık ve kolaylık kazanacak hikâyenin bütün inandırıcı kuvvetini de buradan aldığını fark ederiz: Bir sonuca, bir çözülüş ânına ihtiyaç duyan bir hikâye değil bu; aksine, zihnin kendisinin en az gerçek hayat kadar canlı, sürekli oluşum halinde ve kurgulardan, olasılıklardan, sinir uçlarından mülhem bir yapıya sahip olduğunu işaret ediyor. Yine de bu hayatın yerine ikame edilecek kadar güçlü de değil ve seyrinin, hikâyesinin bir yarısını ona borçlu. Tek farkla ki, bazen, bu hikâyeyi bütünüyle kendi kendisinin uydurmuş olabileceğini düşünüyor, düşündürüyor. Romanın asıl başarısı da burada, hikâyeyle (yazıyla) düşünce arasında kurabildiği görünmez bağların parlayıp sönen ışıltısında yatıyor: Bütün bunları bir fotoğraf fikrine yaklaştıracak olsaydık, varlığını kendiliğinden duyuran bir hikâyenin yansıtılmasında, yine tıpkı bir fotoğrafın olacağı gibi, bu romanın çok da iddialı olmadığını söylerdik belki. Düşünce, en nihayetinde daha ötedir ve önce gelir hikâyeden